Sırrı Süreyya Önder; inandığı değerler uğruna her şeyi göze almış, kendi hikâyesiyle barışmış ama bu ülkenin de kendisiyle barışmasına ömrünü adamış biri.
Türkiye’nin işkence, hapis, sürgün ve ölümlerle örülü karanlığından, bu inançla çıktı geldi.
38 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılandı; kendi işkencecisini affederek ironiyi bir direniş biçimine dönüştürdü.
İşte bu yüzden onu yalnızca Kürt siyasetiyle sınırlamak, büyük bir haksızlık olur.
Çünkü o, mizahı, zekâsı ve değerleriyle hepimizin yüreğine dokundu.
DEM’li bir milletvekili olduğu için değil…
Ondan çok daha fazlası olduğu için.
***
Mattia Ahmet Minguzzi’nin hunharca öldürülmesine alkış tutmak, ailesini tehdit edip, mezarını tahrip etmek… Bu nasıl bir zihniyetin ürünüdür?
Cinayeti işleyenler kadar, onlara arka çıkan, suçun kolektifleşmesine yol açanlar da bu cinayetin utancını taşıyacaklarına adaletin önüne geçmeye çalışıyorlar.
Peki bu cesareti nereden alıyorlar?
Bu sorunun yanıtı yalnızca hukukta ve bireysel öfkede yatmıyor.
Bu pervasızlık; şiddetin bir tür hakka, bir tür aidiyete, bir tür “bizden olma ayrıcalığına” dönüştüğü bir zihniyet ikliminden besleniyor.
Bu iklim, sıradan insanları vicdanlarını askıya alarak şiddetin ortağı hâline getiriyor.
Sosyal medya da bu kitlesel aidiyet duygusunu körükleyen dijital bir tribüne dönüşmüş durumda.
Bu mecrada suçu, suçluları, mağdur ailesine saldırıları toplumsal tepkiye ve devletin davaya müdahil olmasına rağmen meşrulaştırıyorlar.
Alman Der Spiegel’in 100 yılın en iyi roman seçkisi içerisinde dikkatimi çeken iki kitap oldu; Birincisi Patricia Highsmith’in “Yetenekli Bay Ribley”. İkincisi Zülfü Livaneli’nin “Engereğin Gözü” adlı kitabı.
Biri Batı’nın burjuva dünyasına imrenen bir Amerikalı, diğeri Osmanlı Sarayı’na kapatılmış bir Habeş kölesi.
Her iki kitap da birbirinden farklı dönem ve coğrafyalarda geçse de bambaşka kimlikleri konu alsa da aklınıza takılan soru aynı:
İnsan kendisi olmadan, bir başkasına dönüşerek ya da gücün gölgesinde yaşayarak var olabilir mi?
Tom Ripley, başkasına ait bir hayata imrenir, bunu planlar, sahtekârlığa, yalana, hatta cinayete başvurarak bu hayalini gerçeğe dönüştürür. O, kim olmak istediğini seçer.
Habeş Süleyman ise seçme şansı olmayan, kimliğine daha doğarken el konulmuş, iktidarın merkezine hapsedilmiş biridir.
İlki ‘görünür’ sahte özgürlüğün, ikincisi ‘görünmez’ bir teslimiyetin portresidir.
Türkiye’de son günlerde siyasette sertleşen söylemler, toplumun farklı kesimlerini birbirine karşı kışkırtan bir nefret diline dönüştü.
Siyasette yaşanan gerilim ve sokağa taşan protestolar medyanın olaylardaki rolünü ve kullandığı dilin toplumsal etkilerini sorgulamamızı zorunlu kılıyor.
Çünkü haber bültenlerinden sosyal medyaya kadar geniş bir alanda dezenformasyon, yalan haber ve algı mühendisliği gözlemleniyor.
Dolayısıyla şu soru önemli:
Basın yalnızca olayları olduğu gibi veren bir araç mıdır, yoksa toplumsal gerilimi derinleştiren bir aktör mü?
Günümüzde geleneksel medyanın tarafsız bir bilgi kaynağı olma işlevi büyük ölçüde değişti.
Bugün birçok medya kuruluşu, yalnızca haber vermekle yetinmiyor; kendi ideolojik duruşuna göre haberleri şekillendiriyor, hedef gösteriyor ve toplumu kutuplaştırıyor. Karşılıklı suçlamalar ve manipülatif içerikler, hakikatin ortak bir zeminde buluşmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor.
***
Bir devlet lideri, başka bir ülkenin liderini azarlayabilir mi?
Güçlü olan, zayıfı küçümseme hakkını nereden alıyor?
Meselenin kişisel bir üslup sorunu olmadığı açık: Bu, bir yönetim tarzı, politik mesaj, hatta bir tür otoritenin sahnelenmiş hali…
ABD Başkanı Donald Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile oval ofiste yaptığı görüşmedeki tavrı, tam da böyle bir güç gösterisiydi.
Trump’ın ellerini savurması, öfke dolu bakışları, oturma şekli ve Zelenskiy’ye sanki bir devlet başkanıyla değil de yetersiz bir çalışanıyla konuşuyormuş gibi parmak sallaması aslında ABD’nin küresel siyasette benimsediği tavrın bir yansımasıydı.
ABD ve Avrupa basını bu gerilimi, “Oval ofiste kriz” veya “Gergin diyalog” gibi başlıklarla verdi. Türkiye medyası ise meseleyi daha dramatik bir dille ele aldı: “Trump, Zelenskiy’i basının önünde azarladı, kovdu!”
Ancak burada asıl mesele, bu azarlamanın “basının önünde” yapılıp yapılmaması değil. Asıl mesele, bir devlet başkanının başka
Bir psikiyatr, çalıştığı klinikte hayvanlarda kullanılan ilaçları çocuklara verdiği, ailelere cinsel istismar tuzağı kurduğu gerekçesiyle ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Bir psikolog, çalıştığı üniversitede çocuklara kendi kullandığı anti depresanları verdiği, dönüştürme seansları adı altında bu çocukları istismar ettiği gerekçesiyle soruşturma geçirdi ve görevinden uzaklaştırıldı.
Devlet hastanesinde çalışan bir başka psikiyatr da hastalara biber gazı sıktı, elektroşokla korkuttu, personele silah çekti. Tutuklanan doktorun evinde yapılan aramada beş adet havalı tabanca, üç adet elektroşok cihazı, iki adet biber gazı bulundu.
Bu olaylar münferit mi? Yoksa akıl sağlığımız derin bir kırılmanın eşiğinde mi?
Bana göre; toplumsal sağlıkla ilişkili bazı psikiyatri uzmanlarının bile tacize, istismara ve şiddete yönelmesi içinde bulunduğumuz çağın ruhsal açıdan ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor.
Öyle ki, yeni dünya düzeninde insanın varlığına anlam bulma
Abdullah Öcalan’ın PKK’ya ‘kendini feshederek silahları bırak’ yönündeki çağrısı, barış için atılmış tarihi bir adım olarak değerlendirildi.
Ancak Öcalan sadece çağrıda bulunmadı. PKK’nın varoluşuna ilişkin önemli bir durum tespiti yaptı ve dedi ki; örgüt inkâr ve özgürlüklere getirilen yasaklar çerçevesinde doğdu ancak gelinen noktada bu tarihsel misyonunu tamamladı…
Yani PKK, varlık sebebi ortadan kalkmış, neye hizmet ettiği belli olmayan silahlı bir terör örgütü!
Çünkü örgüt 1980’li yıllarda Türkiye’nin inkâr ve asimilasyon politikaları sonucu ortaya çıkmış olsa da son dönemde hem örgütün yapısı hem de Kürt meselesi önemli ölçüde değişti. Mesela Kürtler artık siyaset sahnesinde bir şekilde varlığını sürdürüyor. Meclis’te temsil ediliyor, yerel yönetimlerde rol oynuyor ve demokratik hakların genişletilmesi için mücadele ediyor.
Ancak PKK’nın varlığı, bugün Kürt siyasetinin
Ne güzel dünya….
Milyonlarca insan bir sabah uyanıyor ve bir savaşın ortasında buluyor kendini.
Bombalar yağıyor, evler yerle bir oluyor ve dünyanın gözünün önünde dehşet bir yalnızlığa ve çaresizliğe terk edilen binlerce masum insan öldürülüyor.
Sonra yıkıntıların, cesetlerin arasından bir adam çıkıyor ve geride kalanlara diyor ki;
Ben bu toprakları satın alıyorum siz de gidin!
ABD’nin geleneksel emperyal, sömürgeci politikasını en açık ve pervasız haliyle temsil eden Donald Trump diyor bunu.
Bir milleti yok ederek, mülteci durumuna düşürerek topraklarını satın almak, yalnızca siyasi bir mesaj değildir; savaşın yeni ekonomi politiğinin en açık ifadesidir.
Belki haritalar yeniden çizilmiyor ama servetler yeniden dağıtılıyor.