Vehbi Koç Ödülü’nün 2013 yılındaki sahibi Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, olay ve büyük sempati yaratan konuşması esnasında ekranda bir resim gösterdi. Psikanalist Freud’un nü’leriyle ünlü, ressam torunu Lucian Freud imzalı, çok şişman bir kadının çıplak bir şekilde kanepeye uzanarak uyumasını konu alan bir resim. Ünlü bilim adamı, resmin ekrana gelmesiyle eserin 33.6 milyon dolara satılmasına şaşırdığını belirterek şöyle dedi:
“Sonra düşündüm. Bu para bizim laboratuvarda olsa biz bu tabloyu değiştiririz!”
(Aktaran Sabah gazetesindeki yazısıyla sevgili dostum Şelale Kadak)
Şişmanlık geniyle ilgili önemli bilimsel araştırmalara imza atan Hotamışlıgil, gerekli parayı bulsa, tablodaki şişmanı ortadan kaldıracağını ifade etmiş. Böylelikle tabloyu da değiştirebileceğini...
Ne yazık ki bu doğru değil! Bilim evet insanlık için çok önemli bir misyona sahip olsa da sanatın insanlık adına iyiyi, güzeli, doğruyu temsil etmek gibi bir misyonu yok... Sanat, bireyin engellenemez ve bastırılamaz bireyselliğini yansıtmanın en önemli araçlarından biri.
O yüzden Freud’un şişmanı da sadece şişman bir kadının resmi değil. Rönesans’tan beri yatarak bize bakan güzel kadın; Venüs geleneğini altüst eden, ideal vücut ölçülerine sahip olmayan bir kadının da resmin konusu olabileceğini gösteren bir resim. Şişman vücuduyla uyuyan bir kadının da seyirlik olabileceğini iddia eden bir resim...
Dolayısıyla bilim, dünyada şişmanlığı ortadan kaldırabilir ama bu resmi değiştiremez.
Bilimin insanlık adına her şeyi; sanatı, hayatı, siyaseti düzenleyebileceği fikri geçmiş yüzyılda sonu felaketlerle sonuçlanan tarihi suçlar üretmiştir.
Bir bilim adamı, bir resimden ancak ilham almalıdır. Onu insanlık adına düzenlemeye hatta değiştirmeye asla kalkmamalı, bunu aklına bile getirmemelidir.
Hele 21. yüzyılda hiiiç!!!!
Ali Kazma’dan bedene büyük vurgu
“Hiçbir şekilde cevaplamaya çalışmayacağım fakat benim de ilgimi çeken soru şu:
Kültürler karanlıktan neden korkuyor? Karanlıkta kontrol edilemeyen bir güç olabilir; gözümüzden kaçan, bilinmeyen direnç noktaları olabilir. Acaba beden de bu direnç noktalarından biri olabilir mi?
Bedenin kendi bilinmezliği, kendi esrarı, kendi bilinmezliği...”
Ali Kazma, bu sözleriyle bu yılki 55. Venedik Bienali Türkiye pavyonunda yer alacak işlerinin kavramsal çerçevesini çizdi. Kazma’nın bedene yaptığı büyük vurgu düşündürücü. Ondan direnmeyi beklemesi... Direnebileceğini düşünmesi...
Ünlü yazar Philippe Sollers örneğin öyle düşünmüyor.
Bedenin yerine başka bir bedenin geçebileceği, geriye kalan az sayıdaki insanın da gereksiz ilan edileceği zamanlar çok uzak değil diyerek bedenlerin, “yeniden üretilebilecekleri için yeri doldurulabilir hale geleceğini”, “sayılabilir oldukları ölçüde birer imgeye dönüşeceğini” yazıyor. “Doğum ya da ölüm sorununun bambaşka boyutlar kazandığı tarihsel bir dönüm noktasında yer alıyoruz” diyor.
İçinde çabucak yer alması güç kutuplar... Kazma’nın yeni film serisi teması o yüzden yerinde ve anlamlı.
Çok önemli bir tartışmanın kalbinde... Ve Kazma’nın en büyük özelliği sanırım kendisi fikren her zaman bir taraf olsa da filmleriyle başka taraflara mekan ve zaman açmasında... Yani Resistanz filmleri, Sollers’in düşüncelerini de savunuyor olabilir... İzleyip göreceğiz...