Ayşegül Sönmez

Ayşegül Sönmez

a.sonmez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Birkaç güne kadar Hugo Chavez’in naaşı, mumyalanıp askeri müzede bir vitrine yerleştirilecek. Böylelikle Chavez’in bedeni ölüme meydan okuyacak. Bu aklıma elbette ölüme meydan okuyan bir başka efsane devrimciyi, Che’yi getirdi. Arjantinli ünlü filmci Leandro Katz’ın filminin konusu tam da budur. Beni Seveceğin Gün isimli kısa filminde Katz, Che’nin yakalanarak öldürülüp Bolivya’ya getirilişini, kamuya sunulan bedeninin fotoğrafını inceler. Bütün dünyaya Che’nin öldüğünü ispatlayacak fotoğrafı Freddy Alborta çeker. Katz, filmde Alborta’yla söyleşi yapar. O günü bütün detaylarıyla hatırlamasını ister. Daha sonra bu fotoğrafı İngiliz yazar John Berger yorumlayacak.

Che’nin imgesi Chavez’in bedeni sonsuz
Che’yi, Rönesans ressamı Mantegna’nın yaptığı İsa’ya benzetecektir. Tabii önemli bir farkla, İsa’nın başında onun için yas tutanlar, Che’nin başında onu yakalayan askerler, Amerikan gizli servis görevlisi ve gazeteciler vardır. Alborta için tıpkı Berger’ın da dikkat çektiği gibi, Che’nin ölü olmasına rağmen gözlerinin açık olması, önemli bir ayrıntıdır. Bu pek çok şeye kapıyı açık tutmaktadır. Devrimin bir gün gelip olacağına, Che’nin ölümsüz bir imge olarak dünyanın bütün halklarını kuşaklar boyu kuşatacağına, fotoğrafın resimleştiği; artık belge olmaktan çıkıp bir inanç nesnesi statüsü de kazanabileceğine... Pek çok şeye... Katz, 30 dakikalık filminde bunlara değinir. Son derece kişisel bir Bolivya kır manzarası ve türküsüyle de bitirir filmini... Chavez’in bedeninin mumyalanarak saklanması onu sonsuza kadar yaşatmak adına belki iyi bir fikir gibi geliyor Venezuela devleti yetkililerine. Lakin yıllara meydan okuyacak tek şey imgeler. Ölmemiş gibi bakan siyah gözleriyle İsa’laşan Ernesto Che Guevara buna en mükemmel örnek.

Haberin Devamı

Hokus pokus...
Kaç yıllık Yapı Kredi Kazım Taşkent sanat galerisi Zara mağazası olmuş. Bunu hemen algılamanıza imkan yok. Bunun İnci Pastanesi’nin kapatılmasından bir farkı da yok. En fenası önünden birçok kez geçmenize rağmen duruma bir süre sonra uyanmanız. Bana öyle oldu. Ve yıllarımı geçirdiğim -aslında şöyle söylersem abartılı da olmaz- meslek gereği yıllarımı verdiğim galeri mekanından içeri girdim. Amacım bu bir türlü algılamakta güçlük çektiğim realiteyi nihayet idrak etmekti. Zara’da bir aşağı bir yukarı dolaştım. Yeni sezon topuklu ayakkabılara baktım. Fosforlu çantalara... Nakışlı yeleklere... Sonra yürüyen merdivene bindim. Yukarı çıktım. Dolaşmaya devam ettim. Kıyafetleri ısrarla inceledikten sonra aynaların, dolapların, ekranların arkasına bakmak istedim. Bir ipucu bulsam rahatlayacaktım. Buranın bir zamanlar İstanbul’un en işlek sanat galerisi olduğuna ilişkin bir ipucu bulsam belki alışveriş bile yaparak orayı terk edecektim. Yoktu. İlginç olan şuydu. Asıl şimdi beyaz bir küpe dönüşmüştü bu galeri. Geçmişten hiçbir izi barındırmayan, modern veyahut çağdaş, çağdaş veyahut güncel arasındaki çelişkilerden azade, beyaz, ışıklar altında ne satıyorsa ondan başka bir şey göstermeyen bir mekana dönüşmüştü. Sanki öyle doğmuştu. Tarihsiz. Pirinç levhasıyla, tuhaf kıvrımlı asma katıyla, muhabbette kusur etmeyen hep aynı güvenlik görevlisiyle, Cemal Tollu, Sabri Berkel, Ömer Uluç, Semiha Berksoy, Şükran Moral gibi kimler görmüş geçirmiş sanat galerisi nihayet beyaz bir küpe ama bu kez bir askıya bir elbise askısına dönüşmüştü. Hokus pokus... Eyy modernlik! Sen hala ne sihirbazsın!