İnsanın tarihle kurduğu ilişki bir bağlanma ilişkisine benzetilebilir mi? Eğer benzetilebilirse, neden tarihe bağlanırız? Bu entelektüel gelişimimizin bir sonucu mudur?
Bu soruyu ben sormuyorum. Pınar Kesen Gibbon, Psikeart dergisinin Bağlanma temalı son sayısı için Princetonlı Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’na sormuş.
Son zamanlarda okuduğum en iyi söyleşi. Dergi, her sayısında bir temayı ele alıyor. Yazarlar bu tema hakkında yazıyor. Derginin kurucusu ise bir psikiyatr. Prof. Dr. M. Emin Önder.
Hanioğlu’na göre bu sorunun yanıtı içinde yaşanılan gerçeklikteki tarih algısına bağlı.
“Diğer bir ifadeyle sorunuza cevap vermek için ‘tarih’ ve ‘zaman’ algılarındaki değişikliğe işaret etmemiz gerekiyor” diyen Hanioğlu, iki örnek veriyor.
‘Gerçeklik arkeolojisi çalışması’
İlki Türk Marksistlerinin, Osmanlı toplumsal yapısının “Asya tipi üretim tarzı” ya da “feodalite” olduğu üzerine 50 yıl önce başlattıkları büyük tartışma. İkincisi ise 1930’ların “Türk Tarih Tezi”. Bu tez aracılığıyla neolitik çağda Orta Asya’da neler olduğundan yola çıkarak o günkü toplumu açıklamak ve ona yeni bir kimlik vermeye çalışılması.
Bu iki tartışma da Hanioğlu’na göre “tarihte ne olduğu”ndan ziyade günceli ve geleceği açıklamakla ilgileniyor.
Marksistler “Türkiye’de devrimin nasıl yapılabileceği”ni açıklamakla meşgulken, Türk tarih tezi savunucuları da Türklerin “altın çağı”nı Osmanlı ve İslamiyet’in çok öncesinde inşa etmekle meşgul.
Dolayısıyla “gerçekte bir ‘inşa’ faaliyeti olan tarihçilik bir ‘gerçeklik arkeolojisi çalışması’ haline geliyor’. Ünlü siyaset bilimciye göre bu yaklaşımın yarattığı en büyük sorun “tarih” değil “tarihler”in olabileceğinin, Zeitgeist’ın (zamanın ruhunun) tarihin inşa edilmesinde çok önemli roller oynayabileceğinin reddedilmesinde.
“Bu tür bir resmi tarihçilik nedeniyle bir yandan tarihin çok önemli olduğu düşünülürken, öte yandan onun tartışılması istenmiyor hatta yasaklanıyor. Bu ise tarihle kurulan fazlasıyla sağlıksız bir ilişki” diyerek Etibank, Sümerbank örneklerine de değiniyor:
“Sadece bankalara Etibank, Sümerbank benzeri isimler vererek, Hitit güneşi benzeri sembolleri kullanarak bu tür bir ilişkiyi yaratamıyorsunuz. Sık verdiğim bir örneği tekrar edersem, Hitit güneşi estetik olarak fazlasıyla etkileyici ama 1930’larda bir bireyin Süleymaniye Camii ile kurduğu ilişkiyi onunla kurabilmesi kolay değildi, günümüzde de değildir.”
Hanioğlu, bu durumu yaratanın bireylerin arzusu olmadığını belirterek tarihi bir araç olarak kullananın resmi ideoloji olduğunu söylüyor.
“Zaten ‘resmi tarih’ yazımı böyle bir amaca hizmet ediyor. Her şeyiyle mükemmel bir ‘geçmiş’ tıpkı her şeyiyle mükemmel bir ‘güncellik’ gibi mümkün değildir. Ama bu sürekli biçimde tekrarlanırsa toplumun bir bölümü tarafından içselleştirilebiliyor. İlginç olan, yaşadığımız gerçeklikte bunun mümkün olmamasını doğal görmemize karşılık geçmişte bunun imkân dahilinde olduğunu düşünebilmemiz. Bunu yaptığınız zaman, mesela erken Cumhuriyet dönemini bu şekilde kavramsallaştırdığınız zaman, onu tarihselleştiremiyor ve tarihsiz bir toplum haline geliyorsunuz. Bunu eleştirenler, tarihselleştirmenin gerekli olduğunu söyleyenler ise vatan hainliğine varan suçlamalara muhatap oluyorlar.”
Şükrü Hanioğlu, bütün bu tespitlerinde haklı ve aynı zamanda hiç de karamsar değil.
“...toplumumuzda bunun yavaş yavaş aşıldığını söylememiz mümkün” diyebiliyor.
Demokratik devletin nihayet kurulduğunu gördüğümüz şu barış ve eşitlik dolu günlerde olumlu olmakta hepimiz çok haklıyız.
Ama aynı zamanda harekete geçmek de zamanı...
“Altın çağ”ın dışladığı tüm kimlikleri meydanlarda değil aynı zamanda tarihte de meşrulaştırma zamanı...
Sözleri kulağımıza küpe olmalı
Yani daha önce de söylediğim gibi sanat tarihini baştan yazmalıyız.
Hanioğlu’nun sözleri kulağımıza küpe olmalı.
Koyu ve katı milliyetçilikten, zamanın ruhunu bastıran ideolojiden nasibini alarak yazılmış Türkiye’nin sanat tarihi baştan yazılmalıdır.
1902’de Paris’teki Julian Akademi’ye Osmanlı olarak kayıtlı ressamlardan başlayarak...
Aram Bakalian, Sarkis Erganian, Ervant Demirdjian, Raul Gunichian, Arsene Chabanian, Edgar Chanin, Tigran Polat, Rupen Serspain, Rafael Chichmanian, Dikran Ersaian, Panos Terlemezyan, Diran Garabedian’lı, Kürt sanatçılı, Rum sanatçılı, Yahudi sanatçılı bir sanat tarihi yazılmalıdır.
1914 yılında yalnız ve yalnız Türklerden kurulu, içinde bulunduğu döneme kapsayıcı biçimde yaklaşmayı reddetmiş Çallı kuşaklı tarih, bir an evvel aşılmalıdır.