Lokomotiv Moskova ne Sovyet döneminin, ne de günümüz Rus futbolunun gerçek temsilcisi… Son yıllarda peş peşe yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra onlar da bizim Milli Takım’da yaptığımızı yapmışlar… Futbolun başına getirdikleri Ralph Radnick tecrübeli bir Alman... Teknik direktör olarak yurttaşı Marcus Gisdol’u seçmiş… UEFA Avrupa Ligi’nde sıçramak, yeni bir süreci başlatmak istiyorlar. O nedenle Galatasaray maçına çok anlam yüklüyorlar. İyi bir yol açmak için fırsat olarak görüyorlar.
Dünkü ilk yarıda oyuna bakınca genç bir enerjiyle koşuşan, rakiplerini sürekli rahatsız eden, oyunu bozan, ortalığı karıştıran bir ev sahibi görüyorsunuz. Zevksiz ve kalitesiz bir oyuna tanık oluyorsunuz.
Kuşkusuz bu kalitesizliğe Galatasaray da ortak. Onlar da kazandıkları topu çok kolay kaptırıyorlar, pozisyon hazırlayamadan topu kapan rakibin peşinden koşuyorlar.
Neyse ki Galatasaray’ın savunması sağlam duruyor. Rusların geliştirdiği atakları pozisyona dönmeden kesiyorlar. Eh, bir de Muslera var tabii. O
Sakatlıklar, şanssızlıklar, olumsuzluklar üst üste gelince Beşiktaş’ta “öğrenilmiş çaresizlik“ süreci başlıyor.
Kadro zenginleşti, derinleşti. Dertler de depreşti. Sakatlar oyuna döndüler, maç formuna dönemediler. Sergen Yalçın gergin bir sezon yaşıyor. Dokuz haftada 2 lig yenilgisi üstüne dört gollü Sporting darbesi. Kartal’ın ayarı da bozulmuş durumda.
Şampiyonlar Ligi’nde önce fikstürün azizliğine uğradılar. Dortmund ve Ajax gibi iki “ağır” sıkletle başladılar. Üst üste iki yenilgi. Boydaşı, akranı diye kabullendiğimiz Sporting Lizbon da Dolmabahçe’de darbe üstüne darbe indirdi.
Dahası da var. Sergen Yalçın, Şampiyonlar Ligi’ndeki hesap ve hevesini kaybetti. Bu nedenle onu suçlayamayız, eleştiremeyiz. Elinde olmayan nedenler bir araya geldi. Grup üçüncülüğü ile UEFA Avrupa Ligi’ne katılmak da hocaya heyecan vermiyor. Kısacası, bu macerayı bir an önce sonlandırmak ve lige dönmek istiyor. Maça bakarsak… Sporting Lizbon’la Beşiktaş
Sergen Yalçın yok, Emre Belözoğlu var… Ersin yok, Mert var…
Şaşırmayın… Crivelli yok, Okaka var.
Aşırı Güven var. Atakları olgunlaştırmadan, ceza alanına girip Batshuayi ile paslaşmadan erkenden şutlar (3) atıp kaleci Volkan’ı çalıştıran Güven Yalçın var.
Bildiğiniz gibi, aynen Edin Visca da var!
Ama Atiba yok, Oğuzhan hiç yok. O nedenle Ghezzal’ın, Rosier’nin, Josef’in gayretine, Rıdvan’ın enerjik oyununa rağmen Beşiktaş umduğunu bulamıyor. Etkisiz kalıyor. Eksik kalıyor. Bu durumda Vida ile Welinton buluşması da işe yaramıyor.
Tamam, sakatlar yavaş yavaş geri dönüyor ama Beşiktaş kendine gelemiyor.
Başakşehir öyle değil. Üzerine ölü toprağı serpilmiş takım, Beşiktaş’ın bilinen rakip yarı alanda baskı oyununa pabuç bırakmıyor. Oyunun boyunu uzatıyor Belözoğlu’nun ekibi. Oyun boyunun uzama halinde Oğuzhan ve Atiba’dan kaynaklanan top kayıplarının da var elbet. Bu kısır döngü içinde elbette Batshuayi’nin gol atma şansı azalıyor. Başakşehir ilk yarının sonuna doğru basit bir değişiklik yapıyor. Deniz
Milli Takım zor da olsa kazandı. Bilinen ve görünenlerin dışında gölgede kalan sorunlara da değinelim. İşte ilk sorun: Hakan Çalhanoğlu.
Bir zamanlar Nuri Şahin’de yaşadığımız bireysel kalitenin ve performansın Milli Takım’a yansımaması, bugün Hakan Çalhanoğlu ile zihnimizi kurcalıyor.
Hakan Çalhanoğlu’nun dosyasına bakıyorum. Milli formayı 64 kez giymiş. Önemli bir devamlılık örneği. Kalitesini kabul ettirmiş. Zaten öyle bir kulüp kariyeri var ki onu çağırmazsanız, sizi tefe tutarlar. Ancak hücumda yaratıcı zeka ve usta ayaklara sahip bu oyuncumuz, Milli Takım’da sadece 14 gol atmış. Konuştuğum hocalar, bu sayının 20’yi aşması gerektiğini söylüyorlar. Bir de kişisel saptama: Hakan Çalhanoğlu arkadaşlarıyla, arkadaşları da Hakan Çalhanoğlu ile oynamıyor. Biraz soyut bir iddia ama üzerinde düşünmeliyiz. Bu saptama sadece bana ait değil. Medyada bir çok dostum, bazı teknik direktörler, bu kanıyı paylaşıyorlar.
O halde Hakan neden beklediğimiz ölçüde katkı sağlayamıyor? Mehmet Ayan’ın dediği gibi,
Olacak şey değil. 80 dakika dalga geçtik, uyuduk, uyuttuk ve son on dakikada futbolu hatırlayıp akıl almaz bir galibiyetle coştuk. En azından tarihe borcumuzu ödedik. Bu galibiyet ne kadar tartar? Açar mı kapıyı Katar? Bilmiyoruz... Yine de teşekkür ediyoruz.
On beşinci dakikada dördüncü kornerini atıyor Letonya. Neyse ki duran toplarda defansif çalışmalar yapmışız. Ya ofansif hazırlıklar? O biraz eksik kalmış gibi. Stefan Kuntz, Milli Takım’ın daha yaratıcı oynayacağını söylemişti. İyi niyetli bir mesaj… Yaratıcı oyunu kim istemez.. Ama olmuyor. İki kanattan yükleniyoruz ama rakip ceza alanında, ceza yayının oralarda şut atacak zaman ve alan bulamıyoruz. Letonya, biraz da ilkel savunma anlayışı ile Bizim Çocuklar hücuma kalktığında hemen kendi yarı alanında “toplanma” alarmı veriyor. Burak, Orkun, Kerem…
Ya da kim girdiyse içeri, topla buluşamıyor. Şut atacak fırsatı bulamıyor.
Dünya Kupası elemelerindeki son şansımıza tutunabilmek için biraz cesur oynamamız, riskleri göze alarak golü aramamız gerekiyor. Hayır, öyle yapmıyoruz, yapamıyoruz. Düz
Durum ne kadar iç karartıcı, zor ve sıkıntılı olursa olsun, Kadıköy’de heyecan ve umut vardı. Maçın başında heyecan coşkuya, umut şenliğe dönüştü. Norveç’e karşı altıncı dakikada Cengiz işi bir golle öne geçtik. Mill Takım’ın en formda, en etkili ve en becerikli oyuncusu Cengiz, Hanche Olsen’e baskı yaparak topu kazanıyor… Topla birlikte çok çabuk ilerliyor Nyland’ın koruduğu kaleye… Onun oyununu okuyan Kerem, gerekeni yaparak kale ağzına geliyor, vuruyor ve top ağlara gidiyor. Çok güzel ve şık bir gol bu. Rakipten top sökmek var, teknik var, çabukluk var, zeka var… Bir de uyum var tabii…
Maçın öyküsü güzel başlıyor ama hızla değişiyor… Norveç yediği golden dolayı bozulmuyor, çözülmüyor, dağılmıyor. Aksine daha güçlü hamlelerle oyuna devam ediyor. Önce topu sahipleniyorlar. Sonra oyunu bizim yarı alanımıza taşıyorlar. 10. dakika dolarken iki korner atıyorlar. Sonra taçlarla, faullerle canımızı sıkmaya devam ediyorlar. Savunma direniyor ama
Dünya Kupası elemelerindeki “hayati” Norveç maçı öncesinde futbolumuzdaki bazı sorunlara takıldım.
Türk futbolunda acaba bir Nirvana’ya erişmiş olma hali mi var? Antrenörlerimiz ve futbolcularımız hedeflerine ulaştılar mı? Hak ettikleri parayı (nihayet) kazandılar mı? Madalya ve rekorlara doymuş olabilirler mi? Kariyerleri ve yaşamları açısından bu hal, doğru bir hal midir, merak ettim.
Hiçbir antrenörü ve futbolcuyu kırmak istemem. Her biri değerlidir… Ama son yıllarda gözlediğim bir şey var: Göz kamaştıran başarılara, mucize şampiyonluklara, rekorlara ve kazandıkları paraya “tamam” diyerek Nirvana’ya ulaştığına inanan çok kişi var futbolumuzda.
Takımına defalarca şampiyonluk kazandırmış, kupa kaldırmış hocalar… Gittiği her kulüpte alkışlanacak başarı gösteren yıldız futbolcular… Sanki başları göğe ermiş gibi, mutlu, gururlu ve huzurlu görünüyorlar. Böyle bir göğe erme halini kim istemez ki!. Belki de böylece Nirvana’ya ulaşmış sayıyorlar kendini… Yaşamını felsefe, psikiyatri ve sosyal bilimlere
Fernando Muslera, Galatasaray’la 400. maçına çıkıyor. Deplasmanda da olsa böyle bir kutlama önce takım arkadaşlarında, sonra tüm kafilede heyecan yaratıyor, saygı uyandırıyor. Acaba Ali Palabıyık bu 400. maç kutlamasının farkında mı? Bilmiyoruz. Bildiğimiz gerçek şu: Yabancı bir futbolcunun konuk olarak bulunduğu bir ülkede bu sayıda maç oynaması önemli bir başarı. Muslera hem çok iyi bir kaleci, hem de iyi insan. O nedenle yediği gollerde de, ne kadar hatalı olursa olsun, anlayış görüyor. Destek sürüyor. Muslera’nın kredisi yüksek.
Kredisi yüksek Muslera dün 40. dakikada hakeme sürekli ve şiddetli itirazdan sarı kart görüyor… İşe yaramayan bir uyarı... Muslera kontrolü kaybetmiş. Önündeki topa öfkeyle vurup meşin yuvarlağı tribünlere gönderiyor. Bu protest hareketin cezası sarı kart.
Ali Palabıyık, ikinci sarıdan kırmızıyı göstermiyor. Dedik ya, Muslera’nın kredisi yüksek. Anlayış, saygı ve şefkat böyle durumlar da yaratıyor. Palabıyık’ı eleştirmek için yazmıyorum. İyi bir portreniz