Tarihler 2016’nın Kasım ayını gösteriyordu. Meclis Genel Kurulu’nda Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişiklik öngören tasarı görüşülüyordu. Nasıl bir değişiklikti istenen? “Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda, cezanın ertelenmesi”. Bir başka deyişle, nikahın istismarı suç olmaktan çıkarması.
Toplumun çeşitli kesimlerinden ender rastlanır şiddette bir tepki geldi önergeye. Daha önce Türk Ceza Kanunu’nda bulunup 2004 yılında kaldırılan bu maddenin çocuk yaşta evliliklerin önünü daha da açacağına dikkat çekildi, çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmesinin dehşetinden söz edildi.
Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ bunun tecavüzcüleri kapsamayacağını söyledi, “Amaç dışarıdaki kadının, içerdeki kocanın, bu evlilikten doğmuş çocukların ve ailelerin mağduriyetini gidermek. Türkiye’de 16 yaşını doldurmadan gayri resmi olarak beraberlik yaşamaya başlayan, daha sonra yasal evlenme yaşını doldurunca resmi nikah kıyan, erkek eş, TCK’nın 103’üncü maddesi gereğince hapse mahkum olduğu için mağdur olan üç bin çift var” dedi.
16 yaşından küçük bir çocukta hangi ‘irade’den söz ediyor olabilirdik, onu
Kadınları bu toplumun dışına iten, yetenekleriyle, donanımlarıyla, birikimleriyle verimli olmalarına, hayata katkı sağlamalarına engel olan bütün uygulamaların ‘saygı’, ‘değer’, ‘kutsallık’ kisvesi altında kabul gördüğünün farkındasınız değil mi?
Kadınlar çalışmasın. Neden? E iş hayatı yıpratıcı, kurtlar sofrasına meze mi olsunlar? Saygı duyuyoruz biz kadınlara; pardon ‘kadınlarımıza’, o iyelik eki mühim, sahipsiz değiller. İş yerinde saygıda kusur eden olur maazallah, koruyamayız.
Çok şart değilse çıkmasınlar sokağa. Neden? E yorucu, trafiği var, yağmuru çamuru var, toplu taşımanın türlü sıkıntısı var. Saygı duyuyoruz biz kadınlarımıza, yorulsunlar istemiyoruz.
Evde yorulmuyorlar mı? O başka. Ev kadının kalesi. Onun habitatı. Saygı ve değer gördüğü yer orası. Yok, lütfen yanlış anlaşılmasın, ev işlerini ve çocuk bakımını kadının üstüne yıkmak istediğimizden değil, saygımızdan hep.
Bu “eve kapatarak” saygı gösterme biçiminin çok sesli erkek korosu tarafından her alanda dillendirilmesine alışığız.
Ama akademik hayattan da çok bilimsel bir şey söyler gibi açıklamalar gelmeye başlayınca çileden çıkıyor insan. Neticede karşımızda bir profesör var, üniversite hocası Prof. Dr. Mehmet Karalı.
Tiyatroadam’ın yeni oyunu “Meçhul Paşa”, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz’un çıkardıkları siyasi mizah gazetesi Markopaşa’nın 1946’da başlayıp meçhule doğru giden serüvenini anlatıyor.
'Tatlı, acı günler geçirdik dostlar, belki kırdık birbirimizi, hakkınızı helal edin!’
“Komşular, birbirimize hakkımız geçti, sizler de helal edin hakkınızı!”
“Gel benim yaşam yoldaşım, kalım var ölüm var, sen de hakkını helal et!”
Üç adam, ailelerinden, çocuklarından, eşten dosttan helallik alıp bir bilinmeze doğru yola çıkmaktalar. Sefer emri mi gelmiş? Deniz aşırı yolculuk mu var kısmette? Savaşa mı gidiyorlar? İntihara mı niyet?
Yok efendim, hiçbirine değil, dergi çıkarmaya gidiyorlar. Ya da Ahmet Sami Özbudak’ın satırlarıyla aktarırsak, “Önce Allah’a, sonra Basın Yasası’na sığınıp fıkra yazmaya!”
Yıl 1946. Yer Cağaloğlu İzzettin Han, Markopaşa gazetesinin yazıhanesi.
Sabahattin Ali’nin çıkardığı Yeni Dünya gazetesi ve Aziz Nesin’in yazdığı Tan gazetesi kapanmış. Sabahattin Ali’nin belli ki batırmayı göze aldığı bir 1000 lirası ve başına gelecek türlü belaları göğüsleyerek söyleyecek sözü var. Önce iki yazar bir yola koyuluyorlar, bir süre sonra sanatoryumdan çıkan Rıfat Ilg
Ne kadar zor bir şey, bir çocuğunuz oluyor, otizm teşhisi konuyor üç yaşındayken. Siz muhtemelen pek fazla şey bilmiyorsunuz o güne kadar konuyla ilgili. Oturup vahlanacak mısınız, çocuğunuzun hayatını nasıl kolaylaştıracağınızı mı araştıracaksınız, yoksa her adımda karşınıza çıkan ‘köstek’lerle mi uğraşacaksınız?
Bu yüzden Sedef Erken adı mücadele sözcüğüyle eş anlamlı benim için. Oğlu Ozan Barış’ı kabul edecek okul bulamadığı için verdiği hukuk savaşı hayranlık uyandırıcıydı. Onun kadar ‘yılmayan’ az insan gördüm.
Onun sayesinde Türkiye’de birçok insan ‘otizm’ diye bir şeyle tanıştı ve otizmli çocukların eğitim alamamak gibi bir derdi olduğuyla. Avukat ve Otizm Gönüllüleri Derneği Kurucusu Sedef Erken bıkmadan usanmadan, bulduğu her mecrada anlattı durumu. Her çocuğun haklı olan eğitim hakkı Ozan Barış’a tanınmıyordu. Üstelik o sırada kendi kendine okuma yazmayı sökmüş olan bir çocuktan söz ediyoruz. Son derece zeki bir çocuktan.
AİHM’ne kadar giden hukuk mücadelesinin bir noktasında Ozan Barış okula yazıldı ve 2017 yılında da mezun oldu.
Peki Sedef Erken ile Ozan’ın babası Ogün Sanlısoy’un mücadelesi bitti mi? Elbette hayır. İkinci raund lisede başladı. Ozan okula gidip
İKSV’nin düzenlediği ‘22. İstanbul Tiyatro Festivali’ yarın başlıyor. Başlıktaki sıkça rastladığım sorunun cevabı tabii ki, “Mümkünse hepsini”... Vakit ve nakit açısından mümkün olmadığı durum için de birkaç önerim olacak. Altını kalın kalemle çizmek isterim: Kişisel öneriler.
- Öncelikle, sağır sultanın bile duymuş olduğu gibi, tiyatro ve sinemanın dahi yönetmenlerden Robert Lepage’ın ünlü Rus oyuncu Evgeny Mironov’le yaptığı ‘Hamlet/Collage’, bu yılın sürprizlerinden. Nasıl oluyor da Shakespeare’in bu ölümsüz eserini tek bir aktörle anabiliyoruz? Çünkü, görsel tasarımıyla da dikkat çeken bu yorumda Mironov, 11 Hamlet karakterini birden canlandırıyor. Oyun, 22-23 Kasım’da Zorlu PSM Ana Tiyatro’da.
- ‘Gece Sempozyumu’ biletleri tükendikçe ek gösteri eklenen bir diğer merak edilen yapım. Yönetmen Mesut Arslan, Eric De Volder’in daha önce Belçika’da sahnelediği metnini, bu kez doğduğu ülkede, kendi dilinde seyirciyle buluşturuyor. Mekan tasarımıyla özellikle dikkat çeken oyunun müthiş de bir oyuncu kadrosu var: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat, Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül, Pervin Bağdat... ‘Gece Sempozyumu 24-25-26-27 Kasım’da Zorlu PSM Sky Lounge’da.
-
Sıla’nın gördüğü şiddet nedeniyle Ahmet Kural’dan şikâyetçi olmasıyla “Müslüm” filminin gösterime girmesi üst üste geldiğinden olsa gerek, defalarca dayak yediği halde Müslüm Gürses’i terk etmeyen Muhterem Nur örneği ileri sürülür oldu konunun gündeme geldiği ortamlarda. Tam olarak “Bak o ne güzel yemiş dayağını oturmuş, seven kadın öyle yapar” şeklinde değilse de, saygı duyulası, özenilesi, ömürlük bir aşkın olmazsa olmaz parçası gibi. Birini olduğu gibi kabul edip sevmek tokatlarını, yumruklarını, tekmelerini de sevip benimsemeyi gerektirirmiş gibi. “Şiddet de sevdaya dâhil”miş gibi.
Belki biraz da bu nedenle görmeyi ertelediğim “Müslüm” filmini bu hafta sonu izleyebildim. Timuçin Esen’e tabii ki hayran olarak, gözyaşlarımı tutamayarak, böyle acı bir hikâyeden sağ olsa da salim çıkmanın mümkün olmadığını düşünerek, kendisini bıçaklayan hayranını geçtim, annesiyle kardeşini öldürerek hayatını darmadağın eden babasına bile merhamet eden kalender bir adam olarak Müslüm Gürses’i bir kez daha severek.
Anladım yani onu, böylesi şiddetle büyütülmüş birinin o arbededen sağlıklı çıkmasının beklenemeyeceğini kabul ettim. Üstelik şiddetin göre göre öğrenileceğinin en canlı örneğiydi. Eminim
“Nihayet Makamı”, Altıdan Sonra Tiyatro’nun yirminci yılına yakışır bir oyun, hüzünlü, buruk, kırık bir aşk hikâyesi...
Yıl 1918, işgal altındaki İstanbul’da harap bir konaktayız. Güzel günler gördüğü belli bir konak, ama artık her şey döküntüden ibaret. Zamanında eflatun yaşmağıyla gittiği sandal âlemlerinde sandalcıların bile “Şu sümbüle de bakın gelen, ağlatır cümle gülizarı” diye güzelliğine şarkılar uydurduğu sahibesi, meşhur şaire Şehvar Hanım’ın düştüğü acıklı hal, evin her tarafına sinmiş durumda. Tozlu, kasvetli, karanlık...
Derken Sabriye giriyor içeri, hayat da giriyor beraberinde kapıdan, perdeleri açıyor, ışıkları da ve oyun başlıyor. Her anlamda. Hem bizim izlemekte olduğumuz “Nihayet Makamı” adlı oyun, hem de Sabriye’nin yalnız ve hasta Şehvar’ı oyalamak için oynadığı oyun.
Fare gibi köşelerde
Sabriye Şehvar’ın hizmetçisi aslında. Ama bir yandan yetenekli bir müzisyen, bir besteci. Küçük yaşta görüp “canını teslim edercesine” sevdiği Şehvar’ın şiirlerini bestelemek için tambur çalmayı öğenmiş. Onun için kahramanlıklar yapma arzusuyla şarkılar yapmış ama bir türlü “fare gibi köşelerde, sürekli peşimde” diye yakındığı küçük hizmetçi kızdan öteye geçememiş. Şehvar’ın
Tarih 29 Ağustos 2018. Yer Taksim’in göbeği. Trafiği tıkayan bir taksi, etrafında bir tartışma var, bir adamın İngilizce “param, param” diye dövündüğünü, arada da “Polis!” diye haykırdığını duyuyoruz. Yanında karısı, kucağında küçük çocuğuyla çaresizlik içinde çevresine bakınarak birilerinden medet umuyor.
Ama daha kimsenin müdahale etmesine kalmadan, taksici hızla arabasına binip gaza basıyor, paralarını kaptırdıklarını söyleyen aile öyle kalakalıyor. Bir amatör kamera hepsini çekiyor, en son çeken vatandaşın “Adam kaçacak. Kaçıyor. Kaçtı şerefsiz” dediğini duyuyoruz.
Sonra öğreniyoruz ki bu İranlı aileyi; Morteza Zare, eşi Azabe Zare ve çocuklarını Fatih’ten alıp Taksim’e getirmiş taksici. İnerken bir sebepten tartışmışlar ki burası hiç ilginç değil, takside tartışmazsan haber değeri var, neticede şoför adamın elindeki paranın tamamını bir anda çekip cebine atmış. Miktarın 600 lira ve 200 dolar olduğu söylenmekte. Ondan sonra da herkesin gözleri önünde çekip gitmiş. Plakası kayıtta açıkça görünüyor ama: 34 TEH 13.
Aradan geçen iki buçuk ay içerisinde ne olduğu değil ama ne olmadığı net: Taksici bu işten men edilmedi. Hâlâ elini kolunu sallayarak İstanbul sokaklarında direksiyon