Okul sıralarında “yanardağ” denen şeyi öğrendiğimiz derste içimi kaplayan dehşet duygusunu hatırlıyorum. Nasıl yani, bir dağın içinden her an kızgın lavlar fışkırabilir ve insanlar bunu bile bile hala onun yakınında- yöresinde yaşayabiliyor muydu? Bu nasıl bir aymazlık, tedbirsizlik idi?
O sıra “Artık sönmüştür o yanardağ” falan gibi teselliler bulduğumu hatırlıyorum kendime. Ama işin aslı, o “her duruma adapte olmasını” övdüğümüz insan, misal Hawaii’de, evinin penceresinden görünen ve hiç de sönmemiş olan yanardağa baka baka yaşayabiliyor. Patlama olunca başlıyor neler yapılabilir diye konuşmaya. Biz de şaşırıyoruz, gözünün önünde dikilen dağ onu ürkütmüyor muydu? İnsan nasıl unutur onu, nasıl erteler?
Bizim deprem gerçeğiyle kucak kucağa yaşarken bu derece zayıf bir hafızaya sahip olmamızı ise herhalde depremin insanın karşısında olanca heybetiyle yükselen bir dağ olmamasına borçluyuz. Bu yüzden gene dikebiliyoruz bostan olması gereken sulak topraklara bilmem kaç katlı binaları. Bu yüzden inşa edebiliyoruz deniz kumuyla çürük çarık binaları ve korkmuyoruz, “Yarın öbür gün bunun altında aileler kalacak ve hepsinin vebali benim olacak” diye. Bu yüzden taşıyıcı kolonları kesebiliyoruz, günü gelip hesap vereceğimizi düşünmeden. Çünkü deprem, gözle görülmeyen, elle tutulmayan, hayali bir düşman.
Şu an mesela, ben bu satırları yazarken; İzmir’deki can kayıplarının sayısı 50’yi geçmişken, yanlarındaki binalar dimdik ayaktayken bazıları iskambil gibi dağılıp çökmüşken ve enkazın altında hala insanlarımız varken görüyoruz onu. Deprem diye bir şey var. Büyük bir tehlike. Ve biz çok zayıfız karşısında. Çünkü güçlenmiyoruz, çünkü silahlanmıyoruz, çünkü yirmi yıl önceki gibi bugün de hazırlıksızız.
Biliyorum, halihazırda ortada korkunç bir acı varken durup da “Olası İstanbul depreminden” ya da gelecek diğerlerinden söz etmek berbat bir şey. Bu değil doğru zaman. Yarın da olmayacak, çünkü yaraları sarma zamanı olacak. Fakat işte ondan sonra da olmuyor. Çünkü yeniden unutma zamanı geliyor. Yıl dönümlerinde “Unutmadık” demek ve bir sonraki yıkımda hatırlamak üzere.
Ne olur bu sefer unutmayalım. Bu sefer insanların altında kaldığı binaları yapanlar için gerçekten cezasını bulma, bizler için de hayat kurtaracak tedbirler alma zamanı olsun.
Sağlam bir evde oturmak için
“Her depremde hatırladığımız gerçeği üç gün sonra unutuveriyoruz” diyoruz ya, bir de unutmayıp ne yapabiliriz sorusu var. Yani biz, sıradan bir vatandaş olarak. İlk yapabileceğimiz, hayatımızın çoğunu geçirdiğimizi varsaydığımız evin sağlam olduğundan emin olmak, değil mi? Peki nasıl? Kendi deneyimimi aktarırsam, geçen sene oturduğum ve en sağlam zeminlerden biri olduğu bilinen bir bölgede bulunan - apartmana deprem dayanıklılık testi yapıldı, çürük raporu ve yıkım kararı çıktı.
Biz apar topar ev aramaya başladık. Gördük ki civarda hemen hemen hiçbir binanın deprem raporu yok, “Test yapılırsa hiçbirinin mevzuata uygun çıkmayacağına” dair bir genel ön kabul var, dolayısıyla hiçbir ev sahibinin bunu göze alası yok. Olur da yapılmış ve dayanıklı raporu çıkmışsa da bu açıkça kiranın üçe katlanma sebebi olarak sunuluyor. Ev kümes gibi? “Ama depreme dayanıklı abla”.
En nihayetinde sizin elinizden gelen, bir takım tahminlere, sorup soruşturmalara, İBB’nin deprem zemin raporuna ve şansa- talihe falan sığınarak tercih yapmak. Ondan sonra da deprem çantanızı başucunuza koyup “unutmaya çalışmak”.
Demeye çalıştığım şu ki, bu konularda inisiyatif bireylere bırakıldığında deprem dayanıklılık raporu bile sadece bir rant kapısına dönüşüyor. Bizim çürük olduğu söylenen bina da olduğu yerde duruyor zaten.