Toplum olarak sürekli yeni yeni kamplara bölündüğümüz bir dönemden geçiyoruz ya (yani umarım geçiyoruzdur, kalmayacağızdır), ön yargılar da hiç bu kadar baskın olmamıştı sanki hayatımızda. Birisini tanıdığımıza hükmetmek için bir kez baştan ayağı süzmemiz yetiyor. Kılığı kıyafeti, saçı sakalı, başörtüsü şortu, oturuşu kalkışı, yediği içtiği, tamam, çözdük biz bu insanı. Bizim kafadan biri, anlaşabileceğimiz biri ya da tam tersi, asla hoşlanmayacağımız biri, ağzıyla kuş tutsa sevmeyeceğiz onu, hiçbir ortak zeminde buluşamayacağız.
İlk bakışın büyüsüne inanmak yerine karşısındakini gerçekten tanımaya bir şans verenler mutlaka “Ne kadar yanılmışım” duygusuyla tanışmıştır hayatın bir yerinde. Ama maalesef ön yargı dağını aşmak o kadar kolay olmadığı gibi, çoğu insan bunu “kül yutmamak” ya da “sezgilerine güvenmek” zannediyor ve kendisini hayatın sürprizlerinden mahrum bırakıyor. Bazen de bir küçücük film insanın bütün bunlara aymasına neden
58. Altın Portakal Film Festivali’nde erkek varoluş sıkıntılarına şahit olduk. Herhalde kadınlar dertsiz olduklarından pek kendilerine yer bulamıyorlar filmlerde...
Antalya’da bir haftalık film koşturması nihayete erdi ve her zamanki gibi akıllarda en çok ödül gecesinden sahneler, hatta en çok da bir sahne kaldı. Şu zor dönemde ortaya ilk kez seyirci yüzü gören 10 uzun metrajlı film, dokuz belgesel, 12 kısa film çıkmışken biz Tamer Karadağlı mı konuşuyor olmalıydık, bu da işin eğlenceli kısmı diyerek avunalım.
Olması gereken noktadan başlarsak, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali geçen yılki gibi pandemi koşullarına uygun şekilde açıkhava gösterimleriyle gerçekleşti. En İyi Film Ödülü’nü Ferit Karahan’ın “Okul Tıraşı” alırken En İyi Yönetmen Ödülü ise “Kerr” filmiyle Tayfun Pirselimoğlu’nun oldu. Festival geçen yılki gibi pandemi koşullarına uygun şekilde açıkhava gösterimleriyle gerçekleşti. Bütün hayat felç olmuşken ortaya taptaze filmler çıkmıştı,
"Allah analı babalı büyütsün”. Dünyaya gelen bir bebeği kutlamak için ağzımıza gelen ilk cümlelerden biri olabilir. Fazla düşünmeden söyleyiveririz ve kimi zaman dileğimizin gerçek hayattaki karşılığı ortada işinde gücünde, kendi hayatında ve gailesinde olup iyi ihtimalle akşamdan akşama eve gelen bir erkek figürü olsun, biz ona “baba” diyelim, annemiz bütün ihtiyaçlarımızı karşılayıp bizi büyütürken o da seyirci tribününden ara sıra olaylara dair yorum yapsın gibi bir şey olabiliyor.
“Kimi zaman” diyorum, yoksa babalık sorumluluğunu hakkıyla yerine getiren birçok erkeğin var olduğunun da farkındayım tabii ki. Burada mesele, hiçbir şekilde baba gibi davranmayıp çocuğa dair en ufak bir şeyin ucundan tutmayan bir erkeğin bile varlığının hiç yoktan iyi kabul ediliyor olması. Neden öyle olsun halbuki?
58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gözler en çok Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda, bu her zaman böyle oluyor. Bugün itibarıyla 10 yarışma filminden sekizi
Memlekette sürekli artan stres ve gerginlik düzeyi bende daha ziyade korkma ve geri adım atma olarak karşılık bulur oldu. Kafamın içinde “Aman aman bir tatsızlık çıkmasın da” diyen biriyle dolaşıyorum. Gündelik hayattaki son derece sıradan, minik olaylarda derhal devreye giriyor. “Sessizce in o taksiden” diyor, “Tamam cevap verme, zaten anlamayacak” diyor, “Evet, senin sırandı ama adam / kadın atladı geçti, kavga mı edeceksin şimdi?” diyor.
Tabii ki hiç hoş değil ama karşılaştığım bir saçmalık, bir haksızlık, bir saygısızlık halinde içimden geçen reaksiyonu verirsem karşıdan gelebilecek tepkileri kestirmek mümkün değil. Ercüment Çözer de olmadığıma göre. Burada Milliyet Sanat’ın Ekim sayısı için Nejat İşler ile çok keyif alarak yaptığım söyleşiyi anmak isterim; “Ercüment karakteri biraz benim karanlık gündüz düşlerimden de çıkma,” diyor, “Bazen delirince ‘Bir Samuray kılıcıyla İstiklal Caddesi’nin bir tarafından girip öbür tarafından çıkmak
Hiçbir oyunu görmekte geciktiğim için bu kadar üzülmemiştim. Hep iyi şeyler duydum, hep niyetlendim, en son pandemi engeline tosladım ve ancak 106. ve son oyununda yakalayabildim. Craft’ın “Kalp” oyunu. Zorlu’da yaptığı final, hayatımda gördüğüm en etkileyici “veda”lardan biri olabilir. Bütün salon ağlıyor, oyuncular ağlıyor, alkışlar kesilmiyor, çok cesaret verici bir “kalp bütünleşmesi” yaşadık gerçekten.
Neden cesaret verici; “Kalp” 1985 yılında yazılmış bir oyun. ‘80’lerin ilk yıllarında baş gösteren, bir türlü adı konulamayan, aslında konulmak da istenmeyen bir salgının ilk günlerini anlatıyor. Şimdi biliyoruz adını; AIDS. Bir virüs neden oluyor; HIV. Oyunun geçtiği zamanlarda hakkında bilinen tek şey insanları çoğunlukla iki yıla kalmadan öldürdüğü. Bir de sadece eşcinsellerde görüldüğüne dair bir hurafe var ve bu yüzden de devlet bir türlü bu virüsün araştırılması için gereken bütçeyi ayırmaya yanaşmıyor.
Bu kadar kolay unutmuş olamayız değil mi? Daha bir yıl ancak geçti üzerinden. Muğla’da kaybolmuş bir üniversite öğrencisi genç kadın vardı; Pınar Gültekin. Kocaman, ışıklı bir gülümsemesi vardı ve o fotoğraf uzun süre birçok kişinin sosyal medya profil fotoğrafı olarak kaldı. Çünkü pek çok kaybolan kadın
- ya da çocuk - gibi Pınar’ın da cesedi bulundu bir hafta sonunda. Hem de önce boğulmuş, sonra bir varile konulup yakılmış, ardından da üzerine beton dökülmüş olarak.
Genç kadının eski sevgilisi olduğunu söyleyen Cemil Metin Avcı adlı erkek, bütün bunları yaptığını itiraf ettiği sorguda “Kıskançlık krizine girmiştim. Tartıştık, kavga ederken öldü. Onu çok sevmiştim, çaresiz kaldım. Çok pişmanım. Çiftliğe gittiğimizde öldürme niyetim yoktu. Barışmak istiyordum,” dedi. Bu sırada tarih 21 Temmuz 2020 idi. Cemil Metin Avcı perişan bir aşık, kıskançlıktan kendisini kaybetmiş bir zavallıydı. Çok seviyordu, buydu cinayetin sebebi.
Pınar Gültekin davasının
Maalesef zorbalığın gittikçe daha fazla hüküm sürdüğü, kaba kuvvetin haklılığın yerini aldığı bir dönem geçiriyoruz. Yani umarım “geçiriyoruzdur” da bir sonu vardır. Ya da bir dibi.
Ben kendi adıma sokakta ciddi şekilde korkarak yürüyorum, mümkün mertebe kimseyle çatışmamaya gayret ediyorum. Artık kırk kere söylediğim gibi, benim için bir kâbusa dönüşen, en çok muhatap olduğum “yabancılar” olan taksicilerin mesela suyuna gitmeye çalışıyorum. Tansiyonun ne kadar hızla fırlayacağını çünkü tahmin etmek mümkün değil. Hadi ondan sonra maruz kalacağın muamelenin hesabını soracak merci ara.
Dün Edirne’de aile sağlığı merkezinde cereyan eden bir olayı okuduk ve de sonrasını izledik DHA’nın haberinde. Süleyman Hızmalı isimli bir vatandaş, kızı koronavirüse yakalandığı için ilaç yazdırmaya gitmiş. Lakin kendisi de temaslı olduğu için karantinada olması, evden çıkmaması gerekiyor. Bunu fark eden Uzman Doktor Mehtap Büyük Ateş “Sizin karantinada olmanız
İnsana “Galiba yavaştan güzel günler geliyor” dedirten tek bir şey var şu sıralar; sanatın uzun süren pandemi uykusundan ufak ufak uyanmaya başlaması. Yeni oyunların provaya girdiğini duyuyoruz, konserler oluyor, festivaller geri dönüyor, iyi şeyler oluyor. 28. Adana Altın Koza Film Festivali bu duyguyu her gün tazeleyen bir haftanın sonunda ödül töreniyle sona erdi önceki gün. Ulusal Yarışma’da 10 film yarışıyordu. Bir kısmı ilk defa seyirciyle buluşuyordu. Gördüğümüz en başarılı seçki olmadığı kesin, zaman zaman “Yok artık bu kadar da olamaz, ön jüri bunu bize neden yapmış olabilir?” dedirtenler de oldu ama pandemi koşullarını göz önünde bulundurursak geriye kalan cümle yine de “İnsanlar hala film yapıyor, çok şükür”.
En İyi Film Ödülü’nün “Yaramaz Çocuklar”a gideceği törenden bir gün önce de kesin görünüyordu zira izleyen herkesin üzerinde uzlaştığı başka film duymadım. Yönetmen Ahmet Necdet Çupur’un kamerasını 20