Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen korkunç, vahşi, insanlık dışı saldırı dünyanın her yerinde bir parça vicdanı olan herkesi perişan etti. Oradaki her biri birer deha olan, kıymetli insanları tanımanız gerekmiyor, ne kadar önemli bir kayıpla karşı karşıya olduğumuzu anlamak için... Mizahın ne kadar ‘saf’ bir şey olduğunu bilmeniz yeterli.
Bütün derdi dünyayı bir parça yaşanılır bir yer kılmak, birilerini güldürmek olan insanlar katledildi orada dün. Bu kadar masum bir eylemdi, bütün suçları.
Hani şu bizim ekranlarımızda da lafı eğip büken kıymetli yorumcularımız, “Tabii, dini değerlerin de gözetilmesi, halkın hassasiyetleri” falan filanıyla Charlie Hebdo çizerlerine bir kabahat atfedip sonra “Ama tabii ki bunun cezası ölüm mü olmalıdır? Elbette hayır” diye ‘medeni’ bir noktaya bağlıyorlar ya sözü, hayır efendim, laf kalabalığına gerek yok. Orada son derece masum, insanın özüne dair bir şey katledildi. Nokta.
PHILIPPE VAL’IN GÖZYAŞLARI
Derginin eski editörü Philippe Val’in gözyaşları içinde verdiği bir röportaj var, France Inter’e... Konuşamıyor ağlamaktan, “Bütün arkadaşlarımı kaybettim” diye katılarak giriyor söze, ama bir yandan da o kadar önemli
Cumartesi gecemiz Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı yararına düzenlenen ‘Şarkılarla Filmler’ konseriyle renklendi. Kanal D, aralık ayında Zorlu Center’da düzenlenen konseri yayınladı.
Türk Sineması’nın da 100’üncü yılıydı ya, ‘Hababam Sınıfı’ndan ‘Eşkıya’ya, ‘Arkadaş’tan ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ya tam bir müzikli Türk Sineması tarihi izledik. Her koşulda çok keyifliydi.
Fakat gecenin en sonunda bıraktığı etki, “Hiçbir oyuncumuz mu şarkı söyleyemiyor?” oldu. Tamam, bu bir hayır konseridir, onların da asıl işleri oyunculuktur, şahane sesler beklemiyoruz hiçbirinden... Ama asgari bir kulak bari? Oyuncu kulağı olan insandır, bir ses eğitimi de vardır diye biliyorum ben.
Performanslar kötüydü
Tek tek isim vererek kimseyi rencide etmek değil niyetim, birkaç istisna dışında genel olarak kötüydü. Kaldı ki, aralarında daha önce şarkı söylerken duyduğum, dolayısıyla pekala söyleyebildiğini bildiğim isimler de var. Herhalde diyorum heyecandan ve belki de yeterince prova yapmamaktan oldu...
Bu arada, Şebnem Bozoklu ve Erkan Kolçak Köstendil ne kadar tatlı bir ikili oldu, ‘Arabesk’te Müjde Ar ile Şener Şen’in söylediği ‘Pembe Sevda’yı seçmişler. Böyle matrak şarkılar
‘Olgunluk çağı’na ulaşmış, fakat şöhretini koruyan bir aktris; Maria Enders... Hâlâ peşinde röportaj için bekleyen gazeteciler, sıraya dizilmiş birkaç senaryo ve yüzüne bakmadığı reklam teklifleri var. Bir de bütün bunları düzenleyen genç asistanı...
Ünlü oyun yazarı ve yönetmeni Wilhelm Melchior’a verilecek ödülü almak üzere yoldalar, trende. Wilhelm, Maloja Sils Maria’da karısıyla münzevi bir hayatı tercih ettiği için ödülü almak sevgili oyuncusu Maria’ya düşüyor. Ona henüz 18’inde yeni yetme bir oyuncuyken ‘Maloja Yılanı’ adlı oyununda başrol vererek kariyerine parlak bir başlangıç yapmasını sağlayan Wilhelm’in yeri çok özel Maria’da.
Fakat daha tören yerine varmadan ölüm haberi geliyor yazarın. Oyununa ilham ve isim kaynağı olan yılan şeklindeki bulutlara bakan vadide yaşamını noktalamaya karar vermiş.
Gencecik bir kızken, orta yaşlı Helena’yı baştan çıkaran Sigrid’i oynayan Maria’ya ise adeta bir miras bırakmış: Bu kez yaşı gereği Helena rolünü...
Oyunun yazıldığı evde genç asistanı Valentine (Kristen Stewart) ile karşılıklı Helena ve Sigrid’i okumak, Maria’nın bütün dengesini alt üst ediyor. Nefret ediyor Helena olmaktan. İçten pazarlıklı, çıkarcı, patronu
Hiçbirimiz mutlu değiliz, hiçbirimiz...
İnsanın yeni bir yılı karşılarken hissedebileceği heyecanlar uğramıyor hayatımıza.
“Takvimde bir sayfadan ötekine geçerken neden heyecan duyacakmışız ki?” de bir bakış açısı ve doğru da. Ama vesiledir, döner bakarsın geçirdiğin 12 aya, dört mevsime...
Neler katılmış hayatına, kimler gelmiş sürprizleriyle…
Ve kimler çekip gitmiş geldiği gibi...
Daha hafif hissediyor musun şimdi, yoksa ağırlığını bırakıp mı gidiyor bu sene omuzlarına...
Ömrünüzde “Bu Tarz Benim” diye bir programa bakmamış olabilirsiniz... Magazin programları hiç “tarz”ınız olmayabilir... Gazetelerin “renkli” ekleri de... Ama Nur Yerlitaş diye birini duymamış olamazsınız. Ya internette caps’leriyle fırlamıştır önünüze... Ya izlediğiniz bir spor programında birdenbire Ahmet Çakar’ın birine “Gelmiş geçmiş en büyük televizyon fenomeni” muamelesi yapıp “Sen bir ekran hayvanısın” dediğini duyup merak etmişsinizdir... Olmadı “Metallica’nın ‘Nothing Else Matters’ şarkısında tuhaf hareketler yapan bu kadın kim ola ki?” demişsinizdir... Bir şey olmuştur yani, muhakkak. Çünkü bu yıl artık ezbere bilinen mimikleri, el kol hareketleri, “tarz bulduğu” yarışmacılara havalandırdığı kuşları ile sahiden Nur Yerlitaş’ın yılı oldu. Üstelik hâlâ hakkında bilinmeyenler bilinenlerden fazla...
İdolü annesi
1960 yılında İstanbul Süleymaniye’de doğduğunu biliyoruz. İnternette yazdığı gibi 11 Aralık’ta değil, ağustos ayında. Çünkü her fırsatta söylüyor, olanca şatafatıyla tipik bir Aslan burcu kendisi. Arap kökenli bir aile, renkli, kalabalık evler, sofralar çocukluğunu anlatırken söz etmekten hoşlandığı motifler... Hatta Armağan Çağlayan’a verdiği röportajdan
Magazinde bu haftanın günah keçisi Bülent İnal olacak gibi görünüyor.
Değil mi ki kameralara gülümseyerek girdiği doğum günü partisinden sabaha karşı 4’te yalpalayarak çıkmış ve bu halde görüntülenmek istemediği için hırçınlaşmış, hep birlikte üzerine çullanabiliriz.
NEDEN EMPATİ KURMUYORUZ?
“Dizin başladığı zaman reklamını yapmak için basından medet umarsın ama...” diye parmak sallayabiliriz, “İçeri girerken oradaki kameraları görmedin mi, belli ki çıktığında da orada olacaklar, ağzınla içseydin” diye akıl da verebiliriz, “Dizisi kaldırıldı, sinirleri bozuk, düşüşe geçti” diye acıyabiliriz... Bir tek o dilimize pek doladığımız ‘empati’yi denemeyiz...
“Benim de arkadaşlarımla dışarı çıktığım, sonunu düşünmeden içtiğim, evin yolunu zor bulduğum oluyor. Allah muhafaza birisi orada bir fotoğrafımı çekip instagram’a koymaya kalkışsa kıyameti koparırım, sabah gözümü açar açmaz silerim” demeyiz mesela.
Siz 200 tane ahbabınıza öyle görünmek istemezken o insanın bütün ülkeye ‘rezil olmak’ istememesini anlamayız hiç.
Bir yıl daha sona eriyor ya, ortalık ‘hayat dersi’ne kesti. Facebook arkadaşlarım, Twitter’cılar, hep bir ağızdan yıl boyu düşünmediklerimizin muhasebesini yapmaktayız.
Tamamen insan yapısı olduğunda herhalde hemfikir olduğumuz bir tarihin üzerine dünyanın anlamını yükleyip, bir kez daha ‘yeni yıl’dan bizi tümden değiştirmesini ummaktayız.
Bunun için de her köşede ‘hayat dersi’ arıyoruz. “Bu yazıyı okuyun, müthiş bir hayat dersi”...
“Şu filmden alınacak acayip hayat dersleri var”...
“Filancanın hayat hikayesine baksanıza, nasıl derslerle dolu...”
Eğri oturup doğru konuşalım, kaçınız okuduğu bir hikayeden, gördüğü bir filmden sahici ve kalıcı bir ders çıkarıp hayatını değiştirdi? En fazla “Vay be, ne hayatlar var” deyip bir gece üstüne düşünüp sonra gene kendi güvenli sularınıza, gündelik endişelerinize dönmediniz mi? Gene bir yerlerde hap şeklinde sunulacak ‘hayat dersi’ aramaya devam etmediniz mi?
Şimdi, başta söylediklerimi tümden inkar ederek diyorum ki: Hazır ‘yeni bir yıl’ da geliyorken, bence şöyle bir karar alabiliriz:
Sizi ne gibi küçük sürprizler ve parlak fikirlerle buluşturacaklarını kestiremediğiniz bir topluluk Tiyatroadam.
Tek bildiğiniz şu olabilir ki, bir oyununa gidiyorsanız; dekorundan müziğine, özenli ve dört başı mamur bir oyun izleyeceksinizdir.
Geçen yıl ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’ ile tiyatro ödüllerine damgalarını vurdular, bu yıl Dürrenmatt’ın ‘5. Frank’ını sahneliyorlar.
Oyun, Frank Bankası’nın iki yüz yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan dolandırıcılık genleriyle nasıl hortumlandığını anlatıyor.
Bankayı ayakta tutmak için her türlü hile, hurda, şiddet, katliam mübah. Herhangi bir insani duyguya; sevgiye, şefkate, merhamete yer yok. Ancak 5. Frank ataları kadar acımasız olamadığından, yönetim zayıf düşüyor ve işler giderek kötüye gidiyor.
Hakikaten çok çarpıcı bir metin ve çok yerinde bir seçim, dün olduğu gibi bugün de güncel.
Fatih Koyunoğlu, Dürrenmatt’ın kan dondurucu bir şiddeti, baş döndürücü bir komediye dönüştürerek veren metnini, müthiş dinamik, tempolu bir rejiyle tamamlamış. Aşkın Şenol, Ayça Koyunoğlu, Ayça Güngör, Alican Yılmaz, Berk Yaygın, Deniz Özmen, Gökhan Azlağ, Hivda Zizan Alp, Mehmet Solmaz, Pelin Bölükbaş, Serdar Akülker’den oluşan