HEM SEV, HEM DEĞiŞTiR

24 Şubat 2015

Doğup büyüdüğün topraklara yabancı kalma, nerede olursan ol, kalabalıklar içinde bile yalnız olma, sesinin bir büyük uğultu içinde kaybolup gittiğini, gerçekten duyacak bir kulağa asla ulaşamadığını hissetme... Galiba bu saydıklarım bugünlerde herkesin, özellikle de kendini sistemin bir parçası olarak görmüyorsa, bir şeylere itirazı varsa, altına imzasını atacağı haller. Üstelik bu itirazlar da kendi içlerinde gruplara ayrıldığı için, bir noktada birleşmek de mümkün olmuyor.

Meğer ‘tek’mişiz...
Bir an geliyor, ortak bir öfkeyle, ortak bir isyanla el ele tutuşuyoruz, sanıyoruz ki aslında ‘çok’uz ve o bütünün anlamlı bir parçasıyız. Üç beş gün sürüyor, herkesin kendi köşesine çekilip içine kapanması. Görüyoruz ki meğer ‘tek’mişiz. Gene aynı koyu yalnızlık duygusu, “Sesimi duyan kimse yok” küskünlüğü...
Kimisi bu küskünlükle kendi kalesinde etrafına duvar çekip yaşamını sürdürür, arada da ‘bu ülkeyi terk etme’ hayalleri kurarken, kimisi de belki yine aynı duyguları paylaşan birilerine sesini duyurmayı seçebiliyor. Körü körüne ‘Ya sev ya terk et’e inanmadıkları için...
Bir şeyi sevmenin onu eleştirmeye engel olmadığını bildikleri, hem sevip hem değiştirmeye çalıştıkları

Yazının Devamı

BU MAHALLEDE BUNLAR OLMAZ!

20 Şubat 2015

Bugün güzel bir şeyler yazmak istiyordum. İçimiz karardı, biraz ferahlayalım diyecektim. Kanal D’de başlayan yeni Onur Ünlü ‘marifeti’ ‘Beş Kardeş’te bulmuştum muhtaç olduğum yaşama sevincini; onu paylaşacaktım.
Depremde anne - babalarını kaybedip, birbirine kenetlenmiş beş benzemez kardeşin hikayesi bu... Balıkçı ‘Sait’in 12 yıl görmediği sevgilisi ‘Fahriye’yi bir gün unutmayışında; ‘Sait’ o gün hale gidiyor, kahvaltı edemez diye ona çorba yapıp getiren komşu kızı ‘Canan’da; yıllarca mahallede aynı kızı sevmiş iki can düşmanının aynı acıyla kucaklaşmasında; o güne kadar hayatını onlara adayan abileri, ‘Sait’ evleniyor diye yataklara düşen, “Sizin hiç babanız evlendi mi?” diye şiirler yazan, onu ölmüş babalarına şikayet eden, “Bu acı geçiyor mu?” diye soran kardeşlerin samimiyetinde insanı sarıp sarmalayan tanıdık bir şefkat bulmuştum çünkü.
Bu mahalle çok bildik, çok tanıdık, çok bizdendi. Hayat da bu kadar basit... “Çay iyidir, çay içen adamdan insana zarar gelmez” cümlesine sığabiliyordu aslında aradığımız bütün büyük büyük anlamlar. Teybe kaseti taktığında yükselen Orhan Abi’nin sesi kadardı; “Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?” Aynı mahallenin çocuğuyduk, hepimiz

Yazının Devamı

KADINLAR SUSMAYACAK!

17 Şubat 2015

Acun Ilıcalı Nihat Doğan’ı Survivor’a götürse ne olur, götürmese ne olur... Biz bu tip karanlık fikirlerin (Bilmeyenler için değerli tweet’i:
“Siz de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın”) akıldan geçirilebildiği, gencecik bir kız vahşice katledilmişken bunların pervasızca dile getirilebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bir kadın ‘yazar’ çıkıp “Amerika’da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın” diyebiliyor.
Ya da gazete adı altında çıkan kimi kağıt parçaları “İnadına mini etek, inadına dekolte ve inadına kızlı erkekli oturun” diyenlerin istediği batılı yaşam tarzı tecavüz ve ölüm getirdi” yazabiliyor. Anlaşılan orada bir tane vicdanlı insan kalmamış ki “Biz nasıl tecavüze, cinayete kılıf uyduruyoruz” demiyor.
“Bir grup erkek oturmuş “Biz hiçbir uzvuna sahip olamayan mahluklarız, tehlike saçıyoruz” diyorlar; “Bizden korkun, kaçın”

Hiçbir yerde rahat değiliz!
Biz de öyle yapıyoruz aslında. Sosyal medyada ‘sendeanlat’ hashtag’iyle paylaşılanlara bir bakın da utanın. Yürümekle aynı anda kendimizi kollamayı öğreniyoruz. Hiçbir yerde rahat etmiyoruz sayenizde.

Yazının Devamı

BÜYÜK GÖZLER MARGARET’iN

13 Şubat 2015

1950’lerde erkek olarak yaşamak kolaymış... Böyle diyor ‘dış ses’; filmin ilk sahnesinde... Sanki başka zamanda zormuş gibi... Biz bir yandan telaşla toplanan genç, sarışın bir kadını izliyoruz. Bütün varını yoğunu bir bavula koyup kapatıyor hızla, kocaman gözleriyle onu izlemekte olan kızının da elinden tuttuğu gibi atlıyor arabasına terk ediyor evini, kocasını. Geride bırakıyor onu boğan hayatını ve yeni bir geleceğe doğru yelken açıyor.
Resimleri var bagajda, tek güvencesi onlar. İçlerine ruhunu koyduğu, kocaman gözlü çocuk tabloları... Biliyor ki kimsenin elinden alamayacağı tek şey bu; yeteneği... Ve bu oldukça çocuğuyla kendisine yeni bir hayat kurabilir.
Bir tek şeyi hesap etmiyor: Tek sahip olduğu şey pazarlama yeteneği ve şeytan tüyü olan üçkağıtçı bir adama aşık olabileceğini... Ondan sonrası, bu aşkın Margaret Keane’i yok etme öyküsü... Keane diye imzaladığı resimleri bütün dünyada kocasının adıyla (Walter Keane) ünlenirken, kendisi silinip gidiyor günden güne. “Sen ben ne fark eder?” diyor Walter, “Sen de Keane’sin, ben de... Sen evde sevdiğin şeyi yaparken ben dışarıda onları pazarlıyorum. Hem insanlar kadın ressamların tablolarını satın almak istemiyorlar.” Ve

Yazının Devamı

DEĞiŞEN SADECE YUMRUĞUN SAHiBi

10 Şubat 2015

Hayvanların sadece ‘sahipleri’ için çalıştığı, çalışmakla kalsa iyi, onun için ve o istediği sürece nefes aldığı bir çiftlik... Ne koyunların postları kendilerine ait, ne tavukların yumurtaları... Ne de tabii domuzların canları... Mr. Jones’un paşa gönlü ne zaman isterse, o gün satırın ucunda kelleleri.
Bir gün karar veriyorlar, bu gidişe bir dur demeye. Bir araya gelince güçlü olduklarını görüyorlar. Mr. Jones’a falan pabuç bırakmayacaklarını... Ve yönetimi ele geçirip artık kendileri için çalışıp kendi yiyecekleri, her şeyi eşitçe paylaşacakları adil bir düzen kuruyorlar. Bir de hayvan anayasası yapıyorlar, bütün hayvanların eşit olduğunu söyleyen. İnsanlarla dost olmayacaklarını, onların yaptıklarını yapmayacaklarını...
Asla öldürmeyeceklerini...

Şahane bir masal ama...
Gök hepsinin, dereler, çayır çimen de... Değmeyin keyiflerine...
Şahane bir masal, değil mi? “Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar” deyip huzurlu bir uykuya dalabiliriz. Ama bir de sonrası var ki, George Orwell bunu yazmış ‘Hayvan Çiftliği’ romanında. Peter Hall sahneye uyarlamış, Bakırköy Belediye Tiyatroları da Emrah Eren’in rejisiyle oynuyor.

Yazının Devamı

ÇARESiZLiKTEN DOĞAN ÇARE

6 Şubat 2015

Dizi dünyasındaki kaypak zeminden hepimiz şikayet ediyoruz. Yeni başlayan bir işin üç bölüm süreceğinin bile garantisi yok, reyting ölçüm sistemi artık iyice evlere şenlik, AB grubunu dikkate alan kalmadı. O yüzden sürekli aynı çoluklu çocuklu, acıklı, gönül telimizi ‘kemiren’ dramlarla birbirinin aynı ‘komedi’lere mahkumuz. Biraz eli yüzü düzgün bir iş gördük mü üzülerek helvasını kavurmaya başlıyoruz. Nasıl olsa bugün var, yarın yok...
Sansür desen aldı başını yürüdü. İçki şişesine, bardağına, alkolün sözcüğüne tahammül yok. Hikayede o olmasın, bu olmasın, öpüşülmesin, sevişilmesin, aman ‘genel’ ahlak kuralları çiğnenmesin diye diye hep beraber ilkokul düzeyine indik çok şükür.
Dizilerin iki saati geçen sürelerinden oyuncusundan yazarına bütün sektör şikayet ederken bir arpa boyu yol gidilemiyor. Her hafta ciklet gibi uzayan hikayeler izlemek zorunda kalıyoruz.
Neyse, bütün bu feci halleri sıralama sebebim tünelin ucunda bir ışık görünmüş olması. Dizi sektörü RTÜK ve reyting sisteminin yardımıyla kendi kendini imha ederken, bir süredir alt yapı çalışmalarının sürdüğünü duyduğumuz dijital dünya hayata geçmeye hazırlanıyor.

İnternetten yayın yakında
Doğu

Yazının Devamı

100 KÜÇÜK ADAM

3 Şubat 2015

“Gerçekten içimde konuşanlardan nefret ediyorum. O kadar kötücüller ki, mesela kendime aynada bakıyorum, ‘İyi miyim ya?’ ‘Rezalet” diyen var... Mutluyum falan, ‘B.k mutlusun’... Bara gidiyorum, ‘Ooo eğleniyor musun, iyi peki şu şeyler ne olacak, hiçbirini düşünmüyorsun’ falan.
Sürekli kötücül. Beni mutsuz etmek için çalışan bir sürü tip. Bir kahveye benziyor zihnim. Okey oynuyorlar, taş sesleri falan var, gürültülü bir yer.”
Engin Günaydın’la 2013’te yaptığımız söyleşiden en çok aklımda kalan, bu cümleler olmuştu. Sanırım aynı kötücül tipler benim kafamın içinde de ikamet ettiğinden.
Bir arkadaşımla “Kafamın içinde 100 küçük adam konuşuyor” deriz biz onlardan söz ederken.
Bütün dertleri içinde yaşadıkları insana huzur yüzü göstermemek olan 100 küçük adam... Nasıl da hayalgücü yüksek birer senarist gibi çalışırlar... Kendinizi mutlu mu hissettiniz bir an? Hop, hemen bir endişe baloncuğu yollarlar kafanızın içine.
Her olayın arkasındaki, karanlık, kötü, can sıkıcı yönü titizlikle bulur çıkarırlar. Ondan sonra sen sağ, ben selamet...
Neyse ki Engin Günaydın kafasının içindeki faaliyeti doğru yere kanalize etmiş, bu senaryo yazarlarını faydalı bir işe koşmuş sonunda ki,

Yazının Devamı

Önce kalemi vuruldu, sonra kalbi

1 Şubat 2015

Abdi İpekçi 24 yaşında başına geçtiği Milliyet’i baştan yaratmış; dürüst, tarafsız, ilkeli gazeteciliğin adı olmuştu. Onu hain bir saldırıya kurban vermemizin üstünden tam 36 yıl geçti...

Bütün lise hayatını gazeteci olma hayaliyle geçirmiş bir delikanlı. Sonunda amcası elinden tutup Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın karşısına çıkarıyor yeğenini. “Bak” diyor, “Benim yeğenim. Galatasaray mezunu, hukuk öğrencisi ama kafasına koymuş, gazeteci olmak istiyor. Sana teslim ediyorum.”

Vatan gazetesine girerek hayatının sevincini yaşayan delikanlıyı, 15 gün sonra büyük bir hayal kırıklığı bekliyor.
“Bu çocuktan gazeteci olmaz” diyor Yalman; “Siz bunu tüccar yapın.”

Ve son derece yanlış bir karar vermiş oluyor. Çünkü karşısındaki delikanlı, Türkiye’de gazeteci denince akla gelen ilk birkaç isimden biri olacak. Hem de çok kısa bir süre sonra...

Sene 1949. O delikanlı da 20 yaşındaki Abdi İpekçi. Neredeyse doğar doğmaz tanıştığı acılardan okumaya yazmaya sığınarak büyüyen, hedefini daha çok küçük yaşta belirleyen ve kısacık yaşamında o yolda çığır açan
bir gazeteci...

Yazının Devamı