Hiç unutmuyorum, hazırlık sınıfındaydım, yani yaş 11 - 12. Okulda yeni kaynaştığım kızlarla başımızdan geçen taciz hikayelerini anlatmıştık birbirimize. Erkeklerin askerlik anıları gibi, bu topraklarda büyümüş kızların taciz hikayeleri vardır, Özgecan’dan sonra görmüştük ne kadar çok olduğunu...
Hikayelerin bir ortak yönü vardı; tacizcinin karşısındaki ‘çocuğa’ yaklaşmak için gayet nazik, efendi bir hal - tavır takınması. Yani “Ben sapığım” diye bağırmıyor bunlar. Bir sürü kız çocuğuna seri şekilde tacizde bulunabiliyorlar bu sayede yakayı ele vermeden.
Tut ki ele verdiler, o zaman ne oluyor?
Bu kez yasalar koruma altına alıyor onu. Diyarbakır’da son örneğini gördük işte. Adam kız öğrencileri evine çekmek için ücretsiz İngilizce dersi verdiğini duyurmuş...
Bir de kendisine asker süsü vermiş. Ve üç kıza porno film izlettirerek tacizde bulunmuş. Savcı bu ‘zincirleme’ suç için sanığın 150 yılla yargılanmasını istiyor, avukatı beraat etmesini.
Neye dayanarak?
“Sanığın mağdurlara nasıl dokunduğu konusunda net bilgi yok” gibi tuhaf bir cümleye ve “Müvekkilin çocukları zorla alması gibi bir durum olmamasına.” Yani bir kez daha çocukta taciz ‘rıza’sı buluyoruz...
“Yirmili yaşlarımdayken otuzlarımı hayatımın aşkıyla ve çocuklarımızla geçireceğimi düşünürdüm. Yumurta kırmayı bile bilmeyen ben, altmışıma geldiğimde torunlarıma elmalı turtalar yapacağımı hayal ederdim. Ve seksenimde, çökmüş bir nine olarak, arkadaşlarımla viski içecektim. Ama bir türlü kırklı yaşlarımı öngöremiyordum. Bununla beraber işte buradayım. Annemin cenazesindeyim ve üstüne bir de kırk yaşındayım.”
Başladığım anda büyük bir hızla beni dünyasına çeken bir romanın ilk satırları bunlar... Okura bir yandan sert bir kayaya çarpacağını hissettirirken diğer yandan bunu çok da canını yakmadan yapacağını sezdiren bir dili var.
Adı zaten ‘Bu da geçecek’ (Domingo). İspanyol yazar Milena Busquets’in kendi hayatıyla paralellikler taşıyan romanı. Hayatta en çok sevilmiş insana yazılmış bir veda mektubu... Ama öyle incelikli yazılmış ki, hem o kaybedilen annenin yokluğunun nasıl büyük bir boşluk olduğunu hissedip boğazınızda bir yumruyla çeviriyorsunuz sayfaları, hem de kahramanımız Blanca, iki eski kocası, iki oğlu ve birbirinden antika kız arkadaşlarının maceralarını takip ediyorsunuz eğlenerek.
Tuhaf yani, eğlenceli bir yas romanı. Hayata dair iştahlı, tutkulu, “Neşeli olmak bir
Kırca, son sözlerini birkaç gün önce kendisine verilen yaşam boyu onur ödülünü almaya giden oğlu aracılığıyla iletti. 41 yıllık seyircisine bir mektupla teşekkür etti; tam istediği gibi ‘güzel oynamış oldu’ finali...
Bugüne kadar hep cesur işler yaptı Duman. İlk günden beri kendilerine has bir sesleri, sözleri vardı ve bundan hiç taviz vermediler. Ama hiç bu kadar gözü kara da olmamışlardı; Kaan Tangöze’nin Ada Müzik’ten çıkan ilk solo albümü ‘Gölge Etme’de olduğu kadar...
O kadar ‘kişisel’, bir o kadar toplumsal, sek, süssüz püssüz, kelimenin tam anlamıyla ‘solo’ bir albüm.
Ülkeye, gündeme, dünyaya dair tepesini attıran, canına tak ettiren ne varsa sansürsüz kağıda dökmüş Kaan Tangöze. Özdemir Asaf’tan, Aşık Mahsuni Şerif’ten, Karacaoğlan’dan yardım almış ama bestelerin tümü tamamen kendisine ait. Beethoven’in ‘9. Senfoni’sinden etkilendiğini belirttiği ‘Amerikan Kovboyları’ dışında...
12 şarkının tamamında söyleyeceğini daha açılışta net bir şekilde dile getirmiş: Albüme adını da veren ‘Gölge Etme’de. “Elinde silahın varsa benim de gitarım var” diye başlayan şarkı, “Eğer sonunda kefene girmek varsa / Ölürüz icabında” diye bitiyor. Her şeye karşı yüreğine, ideallerine, şarkılarına, yoldaşlarına güvendiğini
haykırıyor ele güne.
Haykırıyor dediysem, aslında son derece usul usul söylüyor, etkisini de buradan alıyor aslında. Sevenin çok sevdiği, sevmeyenin tahammül edemediği bir vokal tarzı vardır ya
Genç kuşağın parlak ismi Öykü Karayel, Zeki Demirkubuz’un “Bulantı”sı ile ilk kez beyazperdede. Karayel, “Zeki Demirkubuz’un o karanlık dünyasını izlemeyi severim ben. Bu film de öyle bir film; çok kişisel bir senaryo. O yüzden hoşuma gitti o dünyanın içinde olmak” diyor
Birine “suskun” demeden önce Öykü Karayel’le tanışmak lazım. Yaptığı az sayıda birkaç röportajı okuduğumda ana temanın bu olduğunu görmüştüm zaten, hazırlıklıydım yani. Yine de şaşırdım, tahminimden de az konuşuyordu. Ama tuhaf, bu beni hiç rahatsız etmedi. Çünkü kibirli olduğu için yapmıyor bunu, aksine en çok benim için üzülüyor, “Sizin işinizi yapamazdım” diyor samimiyetle. Bana da gayet tatlı ve “cool” geliyor. İnsanın iyi bir oyuncu olması aynı zamanda şahane bir hikayeci olmasını, kendisini anlatmaya bayılmasını, manşetlik cümleler kurmasını, gazeteci bakışıyla “iyi bir röportaj malzemesi” olmasını gerektirmiyor çünkü.
Zeki Demirkubuz’un bu hafta gösterime giren son filmi “Bulantı”da sevme, bağlanma, sadakat özürlü, duyguları varsa bile dondurulmuş bir adamla sevgili olarak kalmakta ısrar eden Aslı’yı oynuyor. Bu onun ilk sinema filmi ve filmin o karanlık dünyasında inci tanesi gibi parlıyor.
Öykü
Zeki Demirkubuz sinemasını niye sevdik biz? Tutkulu, saplantılı, kanlı canlı, yaşayan insanların, yaralı, sakatlanmış ya da öyle doğmuş ruhların hikayelerini anlatıyordu. Kendi en karanlık yanımızı yüzümüze çarpıyordu. Kötülükse kotülük, ihanetse ihanet, şiddetse o da, kıskançlıksa dibine kadar, ama bir duyguyla çarpıştırıyordu bizi illa. “İnsan bu kadar karanlık mı?” diye sorduracak kadar…
Cevabını da bal gibi içimizde bir yerlerde bulduracak kadar...
Şimdi geldik 10’uncu filmine; ‘Bulantı’ya... Filmin tanıtım metinlerinde açıkça yazdığı gibi; sevgilisiyle bir gece geçirmekteyken karısıyla kızı trafik kazasında ölen 50 yaşlarındaki Ahmet’in ‘Bulantı’sı bu. Film ismini biraz tesadüflerle almış ama bence gayet uygun, hem adamın etrafındaki pek çok şeye (Mesela Çağlar Çorumlu’nun oyunuyla filmdeki en sahici karakter haline gelen kardeşine) içini bulandırıyorlarmış gibi davranması, hem de onun o ruhsuzluğuyla insanda yarattığı bulantı hissi açısından.
Fırtınalar kopmuyor ama
Zaten karısını mutlu etmediği anlaşılan Ahmet, bu korkunç kaybı yaşayan kendisi değilmiş gibi devam ediyor. Seminerler vermeyi, derslerine gitmeyi, öğrencileriyle flört etmeyi hiç tadı kaçmadan sürdürüyor. Yani en
Bir otobüs dolusu aydınlık yüzlü genç insan, güle oynaya yola düşüyorlar... Şiirle, müzikle, umutla, kahkahayla... Yüzlerine bakarken içi burkuluyor insanın. Dönüşü olmayacak bu yolun, biliyoruz. Daha şunun şurasında ne kadar oldu, Suruç’a giden çocuklar dönmeyeli? 22 yıl önce Sivas’a gidenler de dönmemişti işte...
Aralarında biri var; Hollandalı Carina. 22 yaşında henüz. Ailesinin, sevgilisinin bütün endişelerine, karşı çıkmalarına rağmen kalkmış bu toprakların kadınının yaşamını araştırmaya gelmiş. Gözleri yıldız yıldız. Her öğrendiği şeye merakla, şaşkınlıkla bakan dost gözler... Son olarak korkuyla, dehşetle “Asker gelmeyecek mi artık? Buradan çıkamayacak mıyız?” diye soran gözler... Ve biz bu kez Carina’nın gözleriyle görüyoruz, onun son nefesine kadar tuttuğu günlüğünden izliyoruz, Sivas katliamını.
Aynı anda çok şey anlatılıyor
Ulaş Bahadır’ın ‘Madımak: Carina’nın Günlüğü’ filmi, sosyal medyada yazılıp çizilenlerden görülüyor ki, o günleri görmeye yaşı yetmemiş, üzerine özel olarak düşüp öğrenmeye çalışmamış epeyce insan için bir ‘Sivas katliamına giriş’ niteliği taşıyor.
Ama sahiden ‘giriş’ niteliği taşıyor, çünkü aynı anda birçok şeyi anlatmaya çalışıyor... Epeyce didaktik
Hangi kanalı çevirsek kalpler uçuşmakta... Daimi bir 14 Şubat havası hakim dizilerde.
Aşkın her türlüsü... ‘Kiralık’ olanı ‘yeniden’ yakalananı, ‘acil’ arananı, ‘inadına’ yaşananı... Hani geçen dönem ne kadar çok ‘kara’lara büründüysek (‘Kara Ekmek’, ‘Karadayı’, ‘Kara Para Aşk’, ‘Karagül’, hatta ‘Poyraz ‘Kara’yel’...) şimdi birer aşk pıtırcığına döndük.
Bir insan, bir toplum en çok neden yana yoksulsa onu dolar ya diline, hatta ‘diline vurmuş’ diye güzel bir tabirimiz vardır, o hesap... Sürekli ‘barış’tan söz etmemiz gibi, bir kanaldan da devamlı ‘aşk’ pompalanmakta.
Kendi kendimize üretemiyoruz onu çünkü. Kalbimiz kendiliğinden kan pompalamaz oldu sanki, sürekli bir takviyeye ihtiyaç duyuyor. Bakın etrafınıza, insanlar yalnız. Kendi özgürlük kalelerini kendileri inşa ettiler, şimdi de o duvarların arasında tek başlarına oturup romantik diziler izliyorlar. Şaka değil, normalde yerli dizi izlemeyen bir dolu arkadaşımla bir araya geldiğimizde ‘Kiralık Aşk’taki Ömer’le Defne’nin o haftaki durumunu konuşuyoruz. Öpüşme sahnesinde ağzımız kulaklarımıza varıyor (Sezen Aksu’nun fondaki nefis ‘Aşk’ şarkısının da etkisini yadsımayalım tabii.) ‘İlişki Durumu: Karışık’taki Ayşegül Can’ı çeksin