Anlaşılan o ki, bir film festivalinin sadece bir film festivali olarak başlayıp bittiğini göremeyeceğiz bu sene. Antalya Altın Portakal Film Festivali 60 yılı devirmeyi başarmıştı, biz 60. yılını göremedik. Süreci “Kanun Hükmü belgeseli festivale birkaç hafta kala yarışma seçkisinden çıkarıldı, bunun üzerine önce uzun metraj, belgesel ve kısa film yarışmalarının jürileri film geri alınmadığı takdirde görevlerini yapamayacaklarını bildirdiler, ardından yarışmadaki neredeyse bütün filmler çekildiklerini açıkladılar, festival yönetimi bir sabah filmi geri aldığını açıkladı, aynı akşam da tekrar çıkardı. Sonunda festival iptal edildi” şeklinde özetlemek mümkün. Kulağa tuhaf geliyor ama mümkün. Ve üzücü tabii, Türkiye’de ilk kez seyirciyle buluşacak filmler vardı, belki Altın Portakal’ın para ödülüyle bir sonraki filmine kaynak yaratacak yönetmenler vardı, bir yıl boyunca bu festivali bekleyen Antalya seyircisi vardı. Sektöre can suyu, seyirciye şenlik oluyor film festivalleri. Şimdi
Nuri Bilge Ceylan’ın merakla beklenen son filmi “Kuru Otlar Üstüne” festival konukları ve sinema yazarlarından sonra sinema salonlarında ‘sıradan’ seyirciyle buluştuğundan beri sosyal medyayı meşgul ediyor. En çok 3 saat 17 dakikalık süresi konu ediliyor, zira reklamları ve arasıyla toplamda 4 saatten fazla dünyayla ilişkinizi kesmenizi bekleyen bir film. Epey de espri üretimine neden oldu bu yüzden; filme giriyorum diye sevdiklerine bir süreliğine veda edenler (insanların 4 saat birbirinden haber almamaya alışık olmadığı bir çağdayız ne de olsa), helallik isteyenler, kahve termosundan varis çorabına filme girerken yanınıza almanız gerekenler listesi verenler... “Kuru Otlar Üstüne”nin memleketin ve dünyanınkine denk kopkoyu umutsuzluk dozuna bir tutam neşe katan bu seyir deneyimi paylaşımlarını seviyorum açıkçası. Hala umut var diye düşünüyorum, filmde bolca tartışıldığı gibi “umut etmekten yorulduğumuzda” bile.
Öncelikle filmi izlemek isteyen ama süre endişesi taşıyanlar için şunu söyleyebilirim ki,
Bir araya gelme vesilelerimiz azaldığından mıdır nedir, bazı etkinlikler, bazı festivaller, bazı törenler daha bir coşkulu geçiyor. 25. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin sahiplerini bulduğu gece de öyle oldu. Ödül alanların, verenlerin, aday olanların, oyunları seyredip alkışlayanların birbirine daha bir sıkı tutunduğuna şahit olduk sanki. Cumhuriyet’in 100. yılını kutluyor olmamızın da payı vardı bunda, Türkiye’de böyle devrimci bir oyuncunun adını taşıyan tiyatro ödülünün 25 yıl ayakta kalmasının da. Işıklar kapanıp Ahmet Sami Özbudak’ın metnini yazdığı, Gizem Erdem’in Afife’yi canlandırdığı performansı izlemeye başladığımız andan bütün ödül alan sanatçıların sahneye çıkıp ‘aile fotoğrafı’ çektirdiği finale kadar azalmadı coşku.
Buradan tabii ki hiç polemik olmadı, ödüller tartışılmadı sonucu çıkmasın, o işin şanında var. Adaylar açıklandığından beri en çok tartışılan konulardan biri jürinin birkaç oyun üzerine yoğunlaşmış olmasıydı zaten. “Tiyatro bundan
Geçen yıllarla, kat edilen yollarla, hele hele imza atılan başarılarla beraber heyecanının insanı terk etmemesi nadir bulunan bir özellik. Onlarca film çekmiş bir yönetmen mesela, yeni bir işe başlarken gözünde aynı pırıltıyı, sesinde aynı cıvıltıyı taşıyorsa bundan güzel ne olabilir? Çağan Irmak böyle bir yazar ve yönetmen. Hep anlatacak hikâyeleri, onları anlatmak için azalmayan bir heyecanı ve kendine bulduğu yeni yolları var. Şimdiki, ona da kendi deyişiyle ‘acemisi olduğu’ bir heyecan yaşatan bir yol: Çağan Irmak 53 yaşında ilk kitabını yazdı. Altı öyküden oluşan “Gözümden Deliler Taştı”, bu hafta sonu Doğan Kitap etiketiyle okura ulaştı.
Kitaptaki karakterlerin hemen hepsi çocukluğunda – ergenliğinde tanıdığı insanlar. Bir ‘Cıgaralı Naciye’ var mesela, görüp görebileceğiniz en tutkulu sinema seyircisi, yazlık Çınar Sineması’na gelen hiçbir filmi kaçırmıyor, izlerken adeta her rolü kendisi de oynuyor. Herkesin bildiği ömürlük sırlarıyla Haktan ile Ergun var sonra, kapısının
"Şimdi eski defterleri açmayalım… Konuşacağız da ne olacak, geçmişi değiştirebilir miyiz? En iyisi unutmak, yok saymak, kabul etmek, bağışlamak…” Söz konusu başka her şeyi ‘teferruata’ dönüştüren aileyse, hiçbirimize yabancı olduğunu sanmıyorum bu cümlelerin. Bünyesinde ama büyük ama küçük travmalar barındıran, bir de bunların içeride kalmasını, aman ha yabancılara anlatılmamasını gerektiren ‘kutsallığıyla’ bütün hayatımıza damgasını vuran bir müessese, aile. Bu yüzden ‘aile dizimlerine’, yaşam koçlarına ve benzeri mercilere servet dökerek yaralanmış çocukluklarını avutmaya çalışan yetişkinlerle dolu etraf. Ama bir yandan da – neyse ki - bu kadar konu oluyor filmlere, oyunlara, romanlara. Birilerinin anlatmaya, birilerinin de izleyip / okuyup “Evet, ben de yaşadım bunu, aynısını, benzerini, farklısını. Benim ailem de meydan savaşıydı” demeye ihtiyacı olduğu için. Ama yüksek sesle ama içinden.
Bugüne kadar sinema ve online platformlara yazdığı /
‘Bodrum’a yerleşmek’, yıllardır ‘başka bir yaşamın mümkün olduğuna inanmanın’ kod adı, bir anlamda. Hayatını koşturarak yaşadığın büyük şehrin hengâmesinden çıkacaksın, maviye, yeşile, huzura kavuşacaksın, nihayet gerçekten ‘yaşamaya’ başlayacaksın gibi anlamları var. Tek sorun tüketmeye doymadığımız Bodrum’un gittikçe bütün bu saydıklarımızdan uzaklaşıp kaosun, kalabalığın, pahalılığın, büyük şehirde şikâyet ettiğimiz ne varsa onların simgesi hâline gelmesi.
Neyse ki şikâyet etmek yerine “Başka bir Bodrum’u düşünmek mümkün” diyen ve buraya “tüketmek değil üretmek amacıyla gelen” birileri var da biz bugün Cumhuriyet’in 100. yılında çok kültürlülüğün, çok dilliliğin simgesi olarak ‘Vira Bismillah’ diye yola çıkan Bodrum Uluslararası Tiyatro Festivali’nden söz edebiliyoruz. Bu ‘birileri’ bir zamanlar İstanbul’a gösteri sanatlarının buluşma merkezi olan garajistanbul’u kazandıran,
Çocukluğumdan başlayarak defalarca izlediğim, her seferinde başka türlü duygulandığım filmlerden biridir, “Kırık Bir Aşk Hikâyesi”. Tayini Ayvalık’a çıkan edebiyat öğretmeni Aysel (Hümeyra) kasabaya adım atar atmaz ailesi tarafından zengin fabrikatör kızı Belgin (Özlem Onursal) ile evlenmeye zorlanan Fuat (Kadir İnanır) ile tanışır. Hem de Fuat ile Belgin’in nişanında. Kısa sürede aralarında daha başından ‘kırık’ bir aşk doğar. Daha kendi nişanında gözünü karartıp dansa kaldırdığı Aysel’i dedikodular ayyuka çıkınca kolundan tutup sürükleyerek faytonla sokaklarda gezdiren, cümle âleme ilişkilerini göstere göstere ilan edebilen Fuat, ailesinin / çevresinin baskılarına karşı koyup nişanı bozacak kadar cesur olmadığı için ‘mutlu’ sona eremez.
Son dönemde Ömer Kavur’un filmlerini topluca gösteren MUBI’de tekrar karşıma çıktı, bir kez daha izledim, en önemli, belki de tek artısı yakışıklılığı olan Fuat’ın Aysel’e aşkettiği tokatın ardına sakladığı zayıflığına
Kendi yaşam dilimimde doğup büyüyüşüne tanıklık edebildiğim için olsa gerek, Ayvalık Uluslararası Film Festivali farklı bir heyecan yaratıyor bende. Antalya Film Festivali bu yıl 60 yaşında. Adana Altın Koza kesintisiz 30 yaşına ulaştı ama ilk düzenlenişi 1969 yılında. İstanbul Film Festivali 42 yaşında. Şahane, hepsinin upuzun ömürleri olsun. Ayvalık Film Festivali ise bu yıl iki yaşında. Aslında 2018’de Başka Sinema bünyesinde ilk adımı atılmıştı, 2022’den beri Başka Sinema Ayvalık Film Festivali kurucu direktörü Azize Tan ve ekip arkadaşlarının kurduğu Seyir Derneği tarafından düzenleniyor. Dolayısıyla çok genç bir festival fakat her yıl gözümüzle görebiliyoruz artan ilgiyi. En başta “Film festivaline geldik” dediğimizde esnafın yüzünde oluşan “Hangi film festivali?” sorusu artık onların da katıldığı, sahiplendiği, belediyenin canı gönülden desteklediği, sonbaharı bölgede şenlik mevsimine dönüştüren bir etkinlik haline geldi.
2.Ayvalık Film Festivali 14 Eylül’de Ayvalık Belediyesi Büyük