Çocukluğumdan beri ‘yılbaşı gecesi’, hayali kendisinden de parlak bir şey olmuştur benim için. Çam ağacını balkondan içeri alıp süslemek, altına hediyeler koymak, bütün o ışıklar, o pırıltı, o yılbaşı gecesi ekranı, hepsi aralık aylarını neşelendiren şeylerdi. Hala da biraz öyle. Ama yılbaşı ekranının yerini ay boyu izlenen Noel / yılbaşı filmleri aldı.
Bu alışkanlık bende ne zaman başladı emin değilim ama yalnız olmadığımı anlamam online platformların hayatımızdaki etkisiyle doğru orantılı oldu. Şu an her taraf öylesine Noel filmiyle dolu ki, ortada seri üretim yapılan bir pazarın olduğunu fark etmemek mümkün değil. Fazla düşünülmemiş isimlerinden tanıyacaksınız onları: Noel Mirası, Noel Resmi, Noel Neşesi, Noel Prensi, Noel şusu Noel busu…
İkinci özellikleri ise adeta aynı senaryodan çekilmiş olmaları. Bir kasaba var, iyiliğin, güzelliğin sembolü olarak. Bir sebepten Noel ruhundan uzak düşmüş, o neşenin canlandırılması için umutlar bir kermese, bir açık artırmaya, bir derneğin hayır yemeğine, bir otelin lobisinde kurulacak Noel
Bir sıkışmışlık, bir çaresizlik hikâyesi ancak bu kadar aydınlık ve bu kadar “dik başlı” anlatılabilirdi herhalde. Halbuki daha ismiyle bir genel kabullenişe işaret ediyor: “İnşallah Erkek Olur” (Inshallah a Boy). Hiç “Neden?” diye sordurtmayan, özellikle bazı toplumlarda nedeni gayet bilinen bir dilek. Kadına değer katan bir şey çünkü “veliaht” doğurmak. E erkek adamın da zaten erkek çocuğu olur.
Filmimizin kahramanı
Neval içinse çok daha hayati bir şeyi ifade ediyor bu dilek. Neredeyse hayatını sürdürmek için tek çıkış yolu. Çünkü kocasını aniden kaybeden 30 yaşında (ve bir kız çocuk annesi) bir kadın olarak ne yasalar ondan yana, ne en yakını kabul edeceğimiz ailesi. Kayınbiraderi Rıfkı; turp gibiyken bir anda ölüveren kardeşinin yasını tutmak yerine derhal mirasından ne koparabileceğine odaklanıyor ki bu da Neval ile kızını evlerinden atıp oraya yerleşebileceği anlamına geliyor. Çünkü erkek çocuğu olmayan dul bir kadının hakları son derece sınırlı.
Tek çıkış
Evre Başak Clarke’ı eylül ayında tanıdım. ‘Tanıdım’ derken, twitter’da izlediğim birinin paylaştığı post’undan gördüm. İlk okuduğum cümlesi “Zamanında tablolarıma yatırım yapanlar şu an göbek atıyor” olabilir, çünkü ne demek istiyor acaba diye geriye doğru gitmiş ve hayatında belki de her şeyin en yolunda olduğu zamanda (daha birkaç gün önce) birdenbire bağırsak ve karaciğer kanseri olduğunu öğrenmiş bir genç kadınla karşılaşmıştım. Hatta bir an “Gerçek hesap değil mi acaba” dediğimi de hatırlıyorum çünkü çok çok güzel bir kadındı profil fotoğrafındaki ve böyle bir talihsizlikle bu sağlamlıkta – gülerek, neredeyse tatlı tatlı dalga geçerek – baş etmek de sık rastlanan bir durum değildi.
Sonra baktım, Evre Başak Clarke bir ressam, “Lütfen beni kimse hastalığımla tanımlamasın, ben sanatçı Evre’yim” diye yazmış çok haklı olarak. 38 yaşında. İki yıl önce evlenip İngiltere’ye yerleşmiş, bir yıl önce de oğlu Oscar dünyaya gelmiş.
Oyun bitti, alkışlar bitti, kimse yerinden kıpırdamadı. Bir süre öyle kaldık, sonra birbirimize dönüp konuşmaya başladık. Adamın ne mal olduğu çıkmıştı işte ortaya sonunda. Bütün medeniyeti görünüşten ibaretti. Evet ama kız da az değildi, herkesin bir çileden çıkma noktası vardı sonuçta. Baktık biz bütün gece dönüp dolaşıp oyuna getiriyoruz sözü. İktidar ilişkileri, değişen güç dengeleri, taciz nerede başlar nerede biter, kim belirler onun sınırını… İki karakteri de haklı bulamıyoruz, söyleyecek sözümüz de bitmiyor bir türlü.
Oyun, David Mamet’in “Oleanna”sından Kayhan Berkin’in son derece başarılı uyarlamasıyla; “Sınırlar” adıyla sahneleniyor. Ecem Uzun ve Kenan Ece’nin performansları ile nefessiz izlediğiniz bir oyun. Dediğim gibi, sonunda mıhladı seyirciyi koltuğa, “Biz üzerimizden gerginliği atamadık, siz el ele tutuşup selam veriyorsunuz” diye oyunculara bozuk atanlar oldu, öyle söyleyeyim.
Ama bütün gece döne döne tiyatro konuşmamızın bir
Bir şehrin, bir hayatın değişimini biraz da kadınların o şehrin sokaklarında kendilerini nasıl hissettiğiyle ölçmek mümkün. Ne kadar rahatsın, yalnız başına akşam evine dönerken, ne kadar tedirgin ediyor seni, boş sokakta duyduğun ayak sesleri. Belirsizlik, gelecek kaygısı, umutsuzluk, ne yansıyor kadınların hayatından, o şehrin aynasına. Tekinsizlik hissi ne kadar eşlik ediyor o şehirdeki yolculuğuna…
Belmin Söylemez’in ikinci uzun metraj filmi “Ayna Ayna”, hikâyesini kesiştirdiği üç kadına eşlik eden dördüncü aktörü İstanbul ile o bildik tekinsizlik hissini baştan sona yaşatıyor, seyircisine. Altını çizmeden, gözümüze sokmadan. Tıpkı yaşadığımız gibi, alttan alta.
Her biri tek başına ayakta durmaya çalışan kadınlar, her birinin başka hayat gaileleri var. Bir de değişen, muhafazakârlaşan topluma uyumlanma ya da o toplumun kenarında var olma dertleri. Aylin (Manolya Maya), üniversite öğrencisi ama oyuncu olmaya çalışıyor. Hesap vermekten kaçmaya çalıştığı baskıcı bir babası var telefonun öbür ucunda ve bir
Biraz dinozor görünmeyi göze alarak diyeceğim ki: Internet sayesinde – ve yüzünden - bilgiye kolayca ulaştığımız ama daha da kolayca yanlış bilgiye ulaştığımız bir çağda yaşamaktayız. O kadar rahat dolaşıma sokabiliyoruz ki uydurduğumuz (hadi iyi niyetli davranalım, ‘aklımızda öyle kalan’) bir bilgiyi, onu oradan kırk akıllı sildiremiyor sonra. Meslek hayatı boyunca sinema, tiyatro, müzik alanlarında oyuncuların, yönetmenlerin, müzisyenlerin hayatlarına dair bilgilere ihtiyaç duymuş ve hiçbirinden emin olamamış bir gazeteci olarak konuşuyorum. Doğum yeri ve yılı gibi en temel bilgiler konusunda bile şaibeler vardır, değil ki sıra yaptığı işlere gelsin.
Neyse ki doğru bilgiye ulaşmayı, ulaşamıyorsa kendisi bulup kayıt düşmeyi kendine dert edinen biriler var da hala güvenilir kaynaklar çıkabiliyor ortaya. Bu isimlerin başta gelenlerinden biri, Cumhur Canbazoğlu. Gazeteci, sinema ve müzik yazarı. Ben de mesleğe Cumhuriyet’te onun yanında çalışarak adım atmış sayıldığım için bu doğru bilgiye ulaşma, habercilik ve arşivcilik meraklarının tanıklarından biriyim.
Masallar neyi anlatır? Su damlası / inci tanesi kadar güzel bir kız vardır, bir de yakışıklı prens. Bir de onların aşkının önüne çıkan engeller. Onlar hangi formda çıkar karşımıza? Kötü kalpli üvey anne / Korkunç cadı. Ortak özellikleri ‘çirkin’ olmalarıdır. Güzel olan her şeyi kıskanırlar. Tabii ki masalımızın güzel kızını da. Ve türlü kötülükler yaparlar ona. Bu çirkin cadıların olağanüstü güçleri de vardır üstelik. Sonsuz kötülük yapma potansiyelleri / yetenekleri. Bu arada hepimiz içimizden de olsa itiraf edelim, kesinlikle o güzel ve masum ve iyi kalpli kızımızdan daha ilginç / daha renkli bir karakterdir bu.
Peki acaba bu kötü kraliçe / üvey anne / cadı gökten zembille mi inmiştir? Onun bir hikâyesi yok mudur? Neden bu kadar kötüdür? Ne gelmiştir başına? Sorsak ne anlatır acaba?
Prömiyerini İKSV İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yapan “Çirkin”, sözü ona veriyor bu kez. İnanılmaz çirkinlikte olduğu
Dinlediğiniz kaç hayat hikâyesinde küçük yaşta akla – gönüle düşen bir tutku ve onun gerçekleşmesine engel olmuş ‘gerçekler’ vardır acaba? Enstrüman çalıyor, beste yapıyorsunuzdur, “Bu ülkede müzisyenler aç kalır” derler, ‘gerçek bir meslek’ seçersiniz, arkadaş toplantılarında elinize aldığınız boynu bükük bir gitar kalır evinizde size bir zamanlar kim olduğunuzu hatırlatan. Resimdir tutkunuz, “resimden kim geçinmiş?”tir, bir emeklilik hayali olur kalır kenarda tuvaliniz, fırçalarınız. Sanatın, kültürün her alanı için çıkar karşınıza bu “Nasıl geçineceksin?” blokajı. Anneniz, babanız ‘sizin iyiliğiniz için’ ister hep; “Önce bir mesleğin olsun çocuğum, sonra hobi olarak…” O mesleği edinirsiniz, geçinmesine geçinirsiniz de ama içinizde de ömür boyu bir ukde kalır.
34.Ankara Film Festivali’nde o duvarı aşmayı başarmış genç bir sinemacıyla tanıştık: Tunahan Kurt. İlk