Koku, hayatla kurduğumuz bağı ne kadar belirleyen bir duyu. İnsanı bir anda alıp yıllarca geriye götürebilir. Ben mesela ne zaman kesilmiş ıslak çimen kokusu duysam kendimi ilkokulumun bahçesinde bulurum. Bir anda neşelendiren, huzur veren ya da sebepsizce huzursuzluk yaratan kokular vardır, yaşadığımız mekânların, sevdiğimiz insanların kokuları vardır hafızamızda. Sahip olduğumuz en kuvvetli hafızadır koku.
Onun bir gün ‘aniden’ kaybolduğunu düşünürsek - ki Covid epeyce deneyim yaşattı çoğumuza - hayatla bağlarımızın da nasıl zayıflayacağını tahmin edebiliriz. … Reyhan için öyle oluyor. Bir gün koku almaz oluyor. Tomografiye giriyor, durum parlak değil gibi. Daha fazla tetkik lazım.
Reyhan Hamburg’da yaşıyor kocasıyla. Bir süredir İstanbul’dalar ama dönecekler. Böyle bir durumda ne beklenir bir kadından? Aldığı haberi kocasıyla, annesiyle, kız kardeşiyle sarılıp sarmalanarak karşılaması, el ele tutuşup doktora gitmesi, sonuçları da ailesiyle birlikte göğüslemesi.
Reyhan ise kaybolan koku duyusuyla beraber bir şekilde akmakta olan
“Efendim, aklımın bin türlü işi var. Şu iş nasıl kotarılacak, bu yazı nasıl yazılacak, şu borç nasıl ödenecek? Bunları düşünmekten; karşılaştığım insanlarla nasıl esenleşeceğim? Saate bakıp ’sabah şerifler hayrolsun’ mu diyeceğim? Ben kimim, bunları yerinde kullanmak kim? Kestirmeden ‘merhaba’ der geçerim, diye düşündüm. Üstelik, farkındaysanız, ‘Merhaba’nın tokça, erkekçe bir çınlayışı var. Hepsi bu kadar da değil; eski harflerle yazdığınızda yelkenli figürü çıkıyor ortaya. Son bir gerekçe daha sunayım: ‘Merhaba’nın kökendeki anlamı, ‘benden size zarar gelmez.’ Bunca özellik ve güzelliği varken, başka söze ne gerek var! Dii mi ya!”
Halikarnas Balıkçısı bu cümlelerle anlatıyor, en sevdiği, dilinden düşürmediği sözcüğün kendisine ne ifade ettiğini. ‘Erkekçe’ çınlayışı bir yana bırakırsak, hem her duruma uyan hem de anlamıyla insanın içini ferahlatan bir sözcük: Merhaba. Benden sana zarar gelmez. 50.
Yeri geldikçe tekrarladığım gibi, Beyoğlu’nun hayatımda özel bir yeri var. 11-19 gibi insan hayatında kritik önem taşıyan yaşları bir caddede mekik dokuyarak geçirdiysen oranın dokusu, kokusu senin karakterine de siniyor. Çiçek Pasajı da başka bir şey ifade ediyor sana, İstiklal’in sinemaları, tiyatroları, kafeleri de. Artık pek çoğu yerinde olmasa da sen oradan ayağını kesemiyorsun. Işıl Kasapoğlu küratörlüğündeki 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nin programında İstiklal Caddesi’ne özel bir alan açması biraz da bu nedenle beni mutlu etti, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” yazıklanmasına daha faydalı bir alternatif olarak.
Bu çerçevede bugün, kulaklığınızda Mor ve Ötesi’nin son albümünden “İstiklal” çalarken caddede bir boy yürüyüp 150 yıllık Büyük Zarifi Apartmanı’na (Kâtip Mustafa Çelebi Mahallesi, Pembe Çıkmazı 4 numara) varabilirsiniz. Mimar Dimitrios Panayotides’in imzasını taşıyan yapı, saat 17.00 itibarıyla tarihi gerçeklerden yola çıkan kurmaca
Uzun süredir öğrencilik yıllarım üzerine bu kadar düşündüren bir oyun izlememiştim. Eugene Ionesco’nun “La Leçon / Ders”i. Fransız edebiyatı dersini öğrencileriyle olabilecek en eşitlikçi ilişkiyi kuran, onlara sınıfta Roal Dahl’lar okuyan, sahnede absürt tiyatro örnekleri çalıştıran, hem yazar hem aktör olup bir yandan kendi topluluğuyla “La Cantatrice Chauve / Kel Şarkıcı” oynayan bir öğretmenden alma şansında sahip olmuştum. Bir yandan baskıcı ve ezberci eğitim sisteminin ne olduğunu, insanın okula başlarken sahip olduğu taze ve parlak zihne neler yaptığını hemen her öğrenci gibi iliklerime kadar hissetmiş hem de sevgili hocamız Gilbert Millet sayesinde aslında nasıl olabileceğini deneyimlemiştim. Bu sene Oyun Atölyesi’ndeki çevirisiyle “Kel Diva”, Kumbaracı50’de “Ders” sahnelenirken bana Ionesco’yu tanıtan – sevdiren hocamızı da anmak istedim.
Ionesco’nun 1951’de yazdığı “Ders”, bir öğrenci ile bir öğretmenin ilk (ve son) dersini anlatıyor. Oyun başlıyor, kapı
İstanbul’da ve belli ki ülkenin daha pek çok köşesinde güneşli, sıcak günler yaşamaktayız. Hâlâ pencereden bakıp “Hava çok güzel” diyebildiğimiz günler. Tabii bir yandan ekim sonu – kasım başına geldiğimiz için sokağa çıkarken üzerimize ince bir şey aldığımız ve kan ter içinde kalıp çıkarttığımız günler. Çünkü bu aslında bildiğimiz ekim değil, başka bir şey. Hep beraber sığınmaya çalıştığımız “pastırma yazı” da değil. Google’a bir yazın, son dönemde ne kadar çok arandığını, yazılıp çizildiğini görüp şaşıracaksınız: “Pastırma yazı ne zaman başlar, ne zaman biter?” Şubata kadar sürer, sonra da zaten normal yaz başlar cevabını alabilirsek arkamıza yaslanıp güneşin tadını çıkaracağız.
Güzel olurdu buna inanmak ama pastırma yazında atletle çıkılmazdı sokağa, kendimizi kandırmayalım. Bu yıllardır duyduğumuz “iklim krizi”nin gözümüzü başka yöne çevirerek görmezden gelemeyeceğimiz sonucu. Artık tadımızı
İnsanlık tarihinin en eski edebiyat örneklerinden biri, en eski destanı, “Gılgamış”. Yüzyıllar boyu sözlü olarak anlatıldı, daha sonra çivi yazısı ile kil tabletlere aktarıldı. En eski parçaları M.Ö. 3. bin yıla kadar uzanıyor. Destana konu olan Gılgamış M.Ö 3000’de Mezopotamya’nın güneyinde bulunan Uruk’ta hüküm sürmüş beşinci kral. Destanda yarı insan yarı tanrıdır, yenilmez bir savaşçıdır ve ölümsüzlüğün peşindedir.
Yıllar yılı pek çok edebiyat eserine ilham olan, perdeye ve sahneye aktarılan “Gılgamış”ın son derece sıradışı bir yorumuyla tanışacak İstanbullu tiyatro seyircisi, bu ay. Mesut Arslan ismini tiyatro takipçileri iyi biliyor. Yirmi yıldan fazladır Belçika’da tiyatro yapan, klasik tiyatro anlatımının kalıplarını kıran işlere imza atan bir yönetmen. Belçika’da perde açan ve büyük ilgi gören oyunlarını br süre sonra Türkiye’ye taşıdığına, Türkiyeli oyuncularla yeniden sahnelediğine daha önce de tanık olduk. Son olarak 2018 senesinde
Birkaç haftadır severek dinlediğim bir podcast var. Aslında yeni değil, üçüncü sezonuna girmiş bir program, ama ben yeni formatı ile keşfetmiş oldum, geçmişe doğru devam ediyorum dinlemelerime. Adı “1 Kitap 1 Film” iken “1 Kitap 1 Film 1 Şey”e dönüşen yayında Eylül Görmüş ve Tuğçe Arslan Üçer bir duygudan, bir olgudan, bir ‘şey’den yola çıkarak sohbet ediyorlar, sözün içinden o şeyin onlara çağrıştırdığı filmler ve kitaplar geçiyor. Kitaplardan alıntılar yaptıkları, filmlerden sahneler anlattıkları, kişisel deneyimlerini, hayata dair düşüncelerini paylaştıkları çok doyurucu ve ufuk açıcı sohbetler…
Bu sezon en çok dinlenen bölümlerinin ‘şeyi’ “Evlilik: Mümkün mü hâlâ?”. Biri evli diğeri ise evliliğin “fikrini bile kafasında yeşertmemiş” iki kadın olarak edebiyatın da sinemanın da gözdelerinden olan bu temayı masaya yatırıyorlar.
Kolombiyalı yazar Hector Abad Faciolince’nin “Angosta”
Babasının haberi / rızası olmadan dünyaya bir çocuk getirme kararı, zor bir karar. Sadece kendin değil doğacak çocuk adına da bir karar veriyorsun. Onun büyürken karşılaşacağı muhtemel zorlukları, eğer varlığından haberdarsa onu istememiş bir ebeveyn sahibi olmanın vereceği acıyı sen göze almış oluyorsun ama yaşayacak olan o. Buna hakkın olduğuna karar vermek büyük bir sorumluluk.
İşin baba cephesinde seçenekler sınırlı. Baba olmak istememek her insanın hakkı elbette ama bunun yolları var, onları kullanmamışsan yapabileceğin fazla bir şey yok. İstememiş olsan da doğan çocuğunu sahiplenebilir ya da yok sayabilirsin, bu ne kadar mümkünse. Dünyaya geldiğinden bile haberdar olmaman da bir üçüncü şık tabii ve biz şu anda Metin Akpınar cephesinde bunu izliyoruz. Üstelik orada doğurmaya karar vermiş ama doğan çocukları sahiplenmemiş, bırakmış bir anne söz konusu. Anlatılanlara göre de Metin Akpınar ikiz kızlarının varlığından onlar 24 yaşındayken haberdar olmuş.
Bizler de Türk halkı olarak ikizlerden Duygu Nebioğlu’nun Akpınar’ın kızı olduğu mahkeme kararına