Haziran ayıydı daha, tam da şu yanında oturan kadını küçük parmağıyla taciz eden adamın görüntüleri sanal alemde boy göstermeye başladığı sırada; BBC, “İspanya’da toplu taşıma araçlarında erkeklerin bacaklarını açarak oturması yasaklandı.” diye bir haber yapmıştı.
“Neden erkeklere olsun, genel bir uyarı” diyebilirsiniz ama, bu “bacak açma” meselesi toplu taşıma kullanmaya başladığın anda tanıştığın bir gerçektir; erkekler koltuklara sığmazlar. Hepsi basketçi olduğu için değil tabii, zaten boyuna değil enine olarak sığmazlar. Bir balerin kadar esnek şekilde bacaklarını iki yana açarak oturabilme yeteneğine sahiptirler. Ayrıca yazılı olmayan toplumsal kurallara göre, bu onların özgürlüğüdür.
Kadınlara ise kendilerini bildikleri andan itibaren “hanım hanımcık”, “derli toplu” oturmaları öğütlendiği için, onlar erkek bacaklarından kalan küçük alana sığışmayı becerirler. “Hemşerim, bir toparlansan mı?” demeyi de genellikle akılarına bile getirmezler, roller baştan dağıtılmıştır.
Ama işte Madrid belediyesi, bu meseleye el atmış, metro ve otobüslere erkeklerin bacaklarını toplaması için tabelalar ve ilanlar yerleştirmişti.
Darısı başımızaydı.
Türkiye’de de kaç yıldır kadınlar duruma isyan
Aslında hiç yeni bir şey değil, daha çocukken bile dikkatimi çekerdi, gazetede çoğunlukla gözüne bant çekilmiş renkli bir kadın fotoğrafı, altında illa ki bir ‘güzel’ ibaresi. “25 yaşındaki güzel bilmem kim...”, ya katledilmiştir, ya tecavüze uğramıştır, çoğu zaman ikisi birden gelmiştir başına. Ve burada okurun bilmesi gereken şey, kadının “güzel” olduğudur.
Öyle alelade oraya kondurulmuş bir detay değildir o. Bir uyarıdır: Güzel olmak, gösterişli olmak, göze çarpmak, bunlar hep tehlikeli şeylerdir, insanın başına iş açar, erkek denen nefis yoksunu canlıyı kışkırtır.
Buradan anlamamız gereken, adamın da tam suçlu sayılamayacağı, onu baştan çıkartan bir şey olduğu, ne yapsın karşı koyamadığıdır. Durup dururken olmamıştır yani bu iş. O meşhur “şeytan” var ya, durup durup “uydukları”, o işte o, güzelliğin ta kendisidir. Tecavüze de cinayete de davetiyedir.
Ama bütün bu “alt metinleri” taşıyan “güzellik” hiç bu kadar açıkça sorumlu ilan edilmemişti. Tam da “Suriyeliler evlerine dönsün efendim, karılarımızı, kızlarımızı taciz ediyorlar” dalgası bir kez daha hortlamışken, dokuz aylık hamile bir kadın, maalesef o “Suriyelilerden” biriyken hepimizin adını tabutta bellediği Emani, kaçırıldı,
Ne kadar rahatlatıcı bir şey, bir ülkede şimşek çaksa sorumluluğu ‘ötekilerde’ aramak ve tabii ki bulmak. “Bizim şahane dirlik düzenliğimiz, dört dörtlük güvenliğimiz var, her ne oluyorsa bu Suriyelilerden oluyor” diyorsun, bitiyor.
Top senden çıktı.
Hırsızlık mesela birkaç sene önce hiç yoktu bizde, evlerimizin kapısı açık yatar, arabalarımızı anahtarları üstünde park ederdik. Türk Türkün malını çalar mı hiç? O bilezikleri için kayınvalidesini, altınları için komşu teyzeyi öldürenler falan hep Suriyelilerin öncü kuvvetleriydi.
Gasp desen öyle, yankesici asla bulunmazdı bizde. Hiç Suriyeliler gelmeden önce cüzdanını kaptıran, vermemek için direnince yerlerde sürüklenen oldu mu aranızda? Olmaz. Arabanızın camı kırıldı, çantanız çalındı mı? Mümkün değil, şeytanın aklına gelmez, Suriyelilerin geliyor.
Hele hele taciz... İşte o Türk erkeklerinin kırmızı çizgisi. Ne demek kadını, kız çocuğunu taciz etmek? Biz bunu hiç duymamıştık, yeni yeni Suriyelilerden öğreniyoruz.
Neyse ki cevval ve kahraman Türk erkekleri buna izin vermiyorlar. Bakın, iki gün önce Samsun’da iki tane Suriyelinin cep telefonlarıyla kumsalda serinleyen Türk kadınlarının fotoğrafını çektiği ‘iddiası’ yetti,
Gün geçmiyor ki yeni bir kadına uygulanan şiddet görüntüsüyle karşı karşıya kalmayalım. Çıta da sürekli yükseliyor üstelik. Son izlediğimiz görüntüler, Ağrı’nın Patnos ilçesine bağlı Andaçlı köyündendi. Bir koca, karısına bebeklerinin dışkısını yedirmeye çalışıyor, bir yandan da marifetini cep telefonuyla çekiyordu.
Herhalde bu unutulmaz hatıranın sosyal medyaya düşüp başına bela açacağını tahmin etmiyordu. Aslında sorun şu ki, yaptıklarının zaten başına bela açacak şeyler olduğuna inanmıyordu. Pek çok dayakçı ve işkenceci koca gibi. Bir dakika, karı onun karısı olduğuna göre eller ne karışacaktı?
O işkenceden bir süre sonra iki küçük çocuğunu geride bırakarak baba evine kaçan Cansu Ş.’nin Habertürk’e anlattıkları tam da bunu doğruluyor. Daha 20 yaşında gencecik bir kadın, ilkokul mezunu ve “oraların adetine” göre yaşı geldiği için görücü usulüyle evlendirildiği günden beri eziyet görüyor. İlk dayağını gelinliğiyle yemiş. Üzerinde sigara mı söndürülmemiş, sopayla mı dövülmemiş, neler neler.
Kocanın bir izahı da var kendince; “Sen benim, ailemin kölesisin” diyor. Beraber yaşadıkları aile de aynı fikirde olmalı ki gözlerinin önünde yaşanan vahşete karşı çıkmak şöyle dursun, oğullarını
Daha önce çok ‘gitmesek de görmesek de’ bizim kabul ettiğimiz, kapısından geçmesek de orada dursun istediğimiz tiyatro, sinema, kitapçı ve muhallebici ile aynı akıbeti yaşamak üzereydi iki hafta önce Beyoğlu Sineması.
Biz bu filmi defalarca görmüştük. “Falanca yer kapanıyormuş” denmişti, birden içimiz cız etmişti, orada gördüğümüz ilk film, elini tuttuğumuz ilk kız falan gelmişti aklımıza. Lanet olsun, bir şey de hatıralarımızdaki gibi kalamaz mıydı?
Hemen geçtik klavye başına, bir methiye gönderdik anılarımızın sinemasına. Kapanıyordu şimdi işte borçları yüzünden... Biz meğer onu çok sevip de kapanırsa kahrolacakken ayda bir kere bilet alıp kapısından girmediğimiz için kapanıyordu.
Sonra gene bizim gibi yıllardır Beyoğlu Sineması’na uğramayan ama İnci’nin profiterolünü yemeden kötü olduğunu bildikleri gibi burada da koltukların rahatsızlığını, perdenin kötülüğünü, salonun kokusunu bilenler girdi devreye. Hayır, gerekli konfor vardı da onlar mı gitmiyordu? Fakat bu sefer ilginç bir şey daha oldu; “Ah Beyoğlu Sineması Vah Beyoğlu Sineması” ağıtlarıyla “Ama canım onlar da kapanmayı hak etti” korosu sosyal medyada çarpışırken, birileri “Bir dakika, durumu düzeltmek için çok mu geç
Ben anlamıyorum ki, şart mı; ille tarihi, kültürel, doğal olarak koruma altında olan alanlarda yemek, içmek, eğlenmek zorunda mıyız? Yani Efes’in Roma döneminden beri ayakta kalan muhteşem Celsus Kütüphanesi’nin merdivenlerine yuvarlak masalar ve beyaz kılıflar giydirilmiş sandalyeler koymazsak içimiz rahat etmiyor mu?
Önce “Efes’te sünnet düğünü düzenleniyor” diye çıktı haberler, sosyal medya her zamanki gibi ayaklandı. Efes Antik Kenti’nin meziyetleri sayılıp döküldü, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olduğu da hatırlatıldı ki konu ciddiye alınsın, yoksa “Ne var canım iki göbecikten ne çıkar, mermerler, mi aşınır?” denebilirdi.
Neticede İzmir İl Kültür ve Turizm Müdür Vekili Kaan Erge, DHA’ya bir açıklama yaparak “Sünnet düğünü yapmıyoruz” dedi; “Düğün, nişan da yok.”
Ne var peki? “Ziyaret saatleri dışında turizm amaçlı etkinlikler”. Yani? Turist gruplarına toplu yemekler. Misal o sosyal medyada dolaşan görüntüler bir cruise gemisinin yemeğindenmiş. Sahnede de klasik müzik icra edilmekte.
İyi de insanların derdi orada çiftler dünyaevine girmesin ya da paşa oğullarımız erkekliğe ilk adımı atmasın değildi ki. Bu mutluluklarda gözümüz yok. Çalanın klasik müzik olması da durumu
Baktığınız zaman en gergin sinirleri bile gevşetecek, en karamsar ruhları şenlendirecek bir renk cümbüşü; gökkuşağı. Çocukluğumuzdan beri bayılmaz mıyız? Yağmur yağarken “Aynı anda bir güneş çıksa da şu gökyüzü şenlense” diye düşünmemiş, koşarak onun altından geçmeyi hayal etmemiş çocuk var mıdır? Ya da ışık kırıcı prizmaları güneşe tutup sarıların, morların, mavilerin arz-ı endam etmesini beklememiş?
Adeta doğanın akıl sır erdirilememiş mucizelerinden biridir. Yani bilimsel açıklamaları olduğunu biliyorum tabii de, o muhafaza etmemeyi marifet saydığımız çocuk gözleriyle bakıldığı zaman, yağmur damlaları arasından mavi gökte beliriveren renklerden daha büyüleyici ne var?
Yine aynı çocuk gözleriyle bakmayı becerebilsek herhalde insanları da daha az kategoriye ayıracağız. Dilleri, dinleri, ırkları, cinsel yönelimleri bizi ilgilendirmeyecek.
‘70’li yıllarda gay politikacı Harvey Milk’in yanında eşcinsel hakları için mücadele eden Amerikalı asker Gilbert Baker, gökkuşağından yola çıkarak bir bayrak tasarlamış, 1978’den beri de bu LGBTİ mücadelesi için bir sembol. Yaratıcısının renklere yüklediği anlamlarla bakarsak; doğanın, hayatın, ruhun, sanatın, uyumun sembolü. İnsanların bütün
Bir dilin kaybolması nasıl bir şeydir, hiç düşündünüz mü? Anneniz bir dil konuşuyor, bugün siz çat pat konuşuyorsunuz, sizin çocuklarınız anlamıyor bile. Bir dil konuşuyor derken, anadilinden söz ediyorum tabii. Doğal olarak sizin de “anadilinizden”.
Ladino dili (Judeo Espanyol) böyle bir dil.
1492’de İber Yarımadası’ndan Osmanlı topraklarına göç eden Yahudiler, asırlarca korudukları dillerini, ‘60’lı yıllarda yavaş yavaş terk etmeye başlamışlar. Çocukluğu, ergenliği o yıllara denk gelen Sefarad Yahudileri, anne babalarının konuştuğu dilden utanır olmuş. “Vatandaş Türkçe Konuş!”ların meyvelerini verdiği günler.
İşte o annesi konuşurken utanan kız çocuklarından biri büyüdü, o kendi kuşağının küçümsediği, sokakta alay konusu olan dilin ve beraberinde yok olmaya yüz tutan mutfağın peşine düşüp bir belgesel çekti: ‘Kaybolan Bir Dil, Kaybolan Bir Mutfak’.
Gazeteci Deniz Alphan, daha önce annesinin yemeklerini anlattığı ‘Dina’nın Mutfağı’ adlı bir kitap yazmıştı, bu kez işin içine dil de girince sesli bir belge bırakmak istemiş. Bir taraftan dilin yok olup gidişi konuşuluyor, bir taraftan artık bayramdan bayrama pişen Sefarad yemekleri.
İspanyolca’nın içine karışan Türkçe, Ermenice ve