Berfin Zenderlioğlu’nun sahneye koyduğu ve Ahmet Sami Özbudak’ın kaleme aldığı ‘Sherlock Hamid’de ünlü dedektif Sherlock Holmes, bir tersane işçisinin cinayetini çözmeye çalışıyor.
Ziya, genç bir tershane işçisi. Mangal yürekli, isyankar, gözükara bir delikanlı. 27 yaşında. Ve hep de öyle kalacak çünkü o bir ölü. “Cadde-i Kebir’de Madam Fedora’nın pastanesinde çilekli tart yemeden, bir meyhanenin sokağa konmuş masasında bir sazendenin şarkısına eşlik edemeden” göçmüş bu dünyadan. Cesedi Galata Köprüsü’nün bir kenarında yatarken katilini bulmak da Sherlock Holmes’e düşecek.
1890 sonları, İstanbul, Makriköy (bugünkü Bakırköy). Kumaş tüccarlığından tiyatroculuğa geçen Midhad Efendi, siyaseten suya sabuna dokunmak şöyle dursun; “Devletimiz ne eylerse güzel eyler” diye düşünen bir kimse. Gelgelelim, son oyunlarında sarayın adı ‘Yıldız’ uygunsuz bir kadına verildiği için bütün kumpanyası hapiste, kendisi de yeni çıkmış içeriden.
Memduh, düzenbaz ve kaypak bir jurnalci. Daha önce de başını belaya soktuğu Midhad’a gelmiş, bir oyun sahnelemesini önermekte. Aslında buna ‘öneri’ demek pek mümkün değil, zira söz konusu oyun, Sultan Abdülhamid Han’ın çok sevdiği Sherlock Holmes romanlarından
Herkesin bir tiyatro oyunundan beklentileri farklı olabilir. Güldürüp eğlendirmesi bir tercih nedenidir kimileri için, kimisi hayata dair önemli şeyler söylesin, ona yeni kapılar açsın ister, toplumun dertlerini sahnede görmek bir numaralı önceliktir
kimi seyircinin gözünde.
Bazen de bunların hepsini bünyesinde barındıran bir oyun izlersiniz, keyfinize diyecek olmaz. Tiyatro sezonunu iki yeni oyunla birden açan Tiyatroadam’ın ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, böyle bir oyun işte.
Tiyatroadam kurulduğundan bu yana tiyatro seyircisinin gönlünde edindiği ve adım adım sağlamlaştırdığı yeri, insana ve topluma dair sözü olan oyun seçimlerine ve onlara biçtiği kendine özgü kılıklara borçlu. Nitekim bu sefer de izlediğimiz oyun özüyle sözüyle ne kadar Bertolt Brecht ise, ruhuyla da o kadar Tiyatroadam.
Brecht’in 1944 yılında Çin efsanelerinden esinlenerek yazdığı oyun, Nazi Almanyası döneminde Hitler’in işgalci ordularına karşı Gürcistan halkının direnişiyle başlayıp saray hizmetlisi Gruşa’nın hayatı pahasına saklayıp koruduğu bebek üzerinden ezeli ve ebedi bir soruyu tartışıyor: Bebek doğurana mı aittir, yoksa ona bakana mı? Sadece dünyaya getirmiş olmak onu sana ait kılar mı? Yoksa verdiğin emek
Lise buluşmaları biraz alışkanlık işidir. Ya daha kapısından çıktığın anda özlemeye başlayacak kadar sevmişsindir liseyi ve ara vermeden görmeye devam edersin sınıf arkadaşlarını ya da - Leyla gibi ve de benim gibi- 25 yıl beklemen gerekir o masaya tekrar oturabilmek için. Onca yıl sonra neden gittiğini de sen bile bilmezsin.
Leyla, Pelin Esmer’in ‘Gözetleme Kulesi’nden beş yıl sonra karşımıza çıkan filmi ‘İşe Yarar Bir Şey’in kahramanı. 42 yaşında, avukat ve şair. 25 yıl sonra sınıf buluşması için başka bir şehre gitmeye karar veriyor ve bunun için de trenle gece yolculuğunu tercih ediyor. Daha istasyondayken yolculuğunu sıradanlıktan çıkaracak olan kişiyle tanışıyor: Bir iş görüşmesine gitmekte olan genç hemşire Canan. Yemekli vagonda biri anlatır, diğeri dinlerken, birine “Gel beni öldür” diyen bir adamın hikayesi bomba gibi düşüyor masaya. Leyla ile Canan arasında bir iş birliği ya da baktığınız yere bağlı olarak, suç ortaklığı doğuyor. Canan’ı bekleyen zorlu görevi birlikte kotarmaya karar veriyorlar.
Güçlü oyunculuklar...
Her şeyden önce izleyiciyi de ortak ettiği atmosferiyle çok etkileyici bir film, ‘İşe Yarar Bir Şey’. O gece yolculuğuna siz de çıkıyorsunuz ve o çok
Şimdi başlığa bir bakın rica ediyorum. Ne düşündürüyor size? Uzaylı istilası mı başlıyor? Zaman makinesinden çıkıp gelmiş dinozor sürüsüyle mi karşı karşıyayız? Zombi saldırısı mı sözü edilen yoksa? “Game of Thrones”a fazla kaptırdık kendimizi, kış da yaklaşıyor, akgezenler yeni sezonu bekleyemeden duvarı aşıp bize ulaştı? Ne oldu?
Bin bir çeşit olağanüstü felaket senaryosu olabilir, bilim kurguyla aram sınırlı olduğu için örnekleri çoğaltamıyorum.
Bir de üst başlığı var: İstanbul için korkutan uyarı! Yani bire bir bizi ilgilendiren bir taarruz söz konusu demek.
“İnternetin bir son dakika numarası daha” diyerek tıklıyorum; haber şöyle: “Meteoroloji ve AKOM’dan peş peşe gelen uyarıların ardından bir açıklama da ünlü meteorolog Orhan Şen’den geldi: İstanbul kuzeyden CB bulutları ile kuşatıldı. Akşama doğru taarruza geçecekler”.
Yağmur geliyormuş bir başka deyişle.
Şimdi en eskiden olsa, “Bu doğa olaylarını felaket gibi sunmak da bize mahsus. Sonbaharda yağmurdan, kışın kardan korkmak neyin nesi?” derdim, “Yağmasa mıydı yani, bulut kuşatması ne demek?”
Fakat öyle değil, ağustos sıcağında kafamıza kaya kadar dolu yağdıktan, metrolarda, vapurlarda mahsur kaldıktan, yıllardır sağ salim
Günü gelince ortaya dökülen aile sırları, sanatın favori konularından biri. Son derece sevgi dolu, nazik ve neşeli bir aile, birbirini bir süredir görmemiş kardeşler, özlem dolu bir kavuşma, muhtemelen bir kutlama. Birinin usulca halının altındaki birikintiden görünen ipliğin ucunu tutup çekmesi, aralarında kan -ya da evlilik- bağı olduğu için birbirlerinin en yakını olduğu varsayılan insanlar topluluğunu asıl bir arada tutanın yalanlar olduğunun anlaşılması... Ve perde.
Tennessee Williams’ın Pulitzer ve Tiyatro Eleştirmenleri Birliği oyunu ‘Kızgın Damdaki Kedi’, biraz da yazarı tarafından reddedilen 1958 yapımı Paul Newman - Elizabeth Taylor’lı filmi sayesinde, bu türün ‘ata’larından biri.
Yaş günü partisi
Ortada Güneyli bir Amerikan ailesi var. İki erkek kardeş; eski spor yıldızı, yeni alkolik Brick ve onun açgözlü ve silik abisi Gooper. Anneleri, babaları, karıları ve Gooper’ın beş ‘boyunsuz’ çocuğu.
Aile, kanserle mücadele eden büyükbabanın 65. yaş günü partisi nedeniyle toplanmış durumda. Biz olayları Brick ile uzun bir süredir arasında fiziksel ya da duygusal herhangi bir yakınlık olmadığı anlaşılan karısı ‘kedi Maggie’nin soğuk rüzgarlar esen yatak odasından izliyoruz. Maggie
Bir gün kitap fuarı, ertesi gün bienal sergisi. Memlekette canı sıkılan kültür sanat etkinliği basıyor. Senin gibi düşünmeyen bir yazar mı var? Bağır, çağır, üstüne yürü, fuara katılmasını, okuruyla buluşmasını, kitap imzalamasını engelle.
Bir sebepten beğenmediğin bir sergi mi açılmış? Vur, kır, parçala, hiçbirini yapamıyorsan ziyaretçileri tehdit et ki cesaret edip gezemesinler.
Başıma bir şey gelir mi diye endişelenmene gerek yok. Büyük olasılıkla polis ‘demokratik protesto hakkına’ saygı gösterecektir.
Bakınız, yazar İhsan Eliaçık’ın memleketi Kayseri’de başına gelenler. Kayseri Kitap Fuarı’nın kapısında toplanan bir grup, sloganlar ve yuhalamalarla Eliaçık’ın fuar alanına girmesini engelliyor, hem yazarı hem onu korumaya kalkışan okurları itip kakıyor. Bir de üstüne “Kitap Fuarı’nı provoke etmek için seni kim tuttu Allahsız?” diye hesap soruyorlar.
Ertesi gün, 15. İstanbul Bienali kapsamında Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki Abdülmecid Efendi Köşkü’nde sergilenen Ömer Koç koleksiyonu saldırıya uğruyor. Dört-beş kişilik bir grup Ron Mueck’e ait ‘Hırka Altındaki Adam’ heykelini tahrip etmeye çalışırken “Laiklik bu mu?” diye bağırıyorlar; “Bu memleket sizin yüzünüzden bu hale geldi. Burada
Teknolojinin bizi içine tıktığı hapishanenin metrekaresi gittikçe küçülüyor. Müjdeler olsun, hayatlarımızı kuşatan WhatsApp’a eklenen yeni özellik sayesinde arkadaşlarımızla ‘konumumuzu anlık olarak’ paylaşabilecekmişiz. Daha anlaşılır söylersek, yazıştığımız insanlar bizim o an nerede olduğumuzu harita üzerinden görebilecekler.
Hayatı nasıl daha sıkıcı, daha sürprizsiz hale getirebiliriz diye düşünüp, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlar anladığım kadarıyla. Dinozor gibi konuşmak istemiyorum ama telefon çaldığında arayanın kim olduğunu bilmemenin, duyduğun sesi tanımaya çalışmanın bile bir tadı vardı, unuttuk gitti. Birini beklemenin, kapının çalacağı anı önceden gelen mesajla öğrenmemenin hoş bir tarafı vardı, geçmişte kaldı.
“Aşkım şu an nerdesin?”in de devri böylece kapanıyor demek ki.
“Merak etmeyin, isterseniz o özelliği kapatabilirsiniz” gibi bir ibare de var haberde. Tabii, böylece ilişkilere mavi tık ve son çevrimiçi görülme saati krizlerinin yanına bir de “Konumun neden kapalı? Seni neden göremiyorum?” eklensin.
Bilmeyen şanslılar için; mavi tık mesajınızın karşıdaki kişi tarafından okunduğunu gösteriyor, siz “Üç buçuk dakika oldu okuyalı, neden hâlâ cevap
Bu hafta başında bir fotoğraf düştü sosyal medyaya. Ellerinde “Pembe minibüs değil, pembe erkek” yazılı pankart tutan türbanlı genç kadınların fotoğrafı. Bir tanesinin elinde mikrofon var, açıklama yapmakta.
Bence anlaşılmayacak bir yanı yoktu pankartta yazılanın. Her fırsatta tekrarladığımız gibi, kadınları toplumdan tecrit etmenin tacize - tecavüze çözüm olmadığını, değişmesi gerekenin zihniyet olduğunu söylemenin zekice bir yoluydu. Erkekler değişmedikçe pembe fanus yapsan kadınları koruman mümkün değil çünkü. Hiç inmeyecek miyiz o vasıtadan?
Fotoğrafın nerede, ne zaman, hangi bağlamda çekildiği belli değildi. Ama paylaşanlarda uyandırdığı duygu netti: “Fantezi dünyasına gel!” Zekice olduğu sanılan espriler, şakalar, tabii bolca aşağılama ve hakaret havalarda uçuşmaktaydı. “Bunlara erkek olsun da pembe olsun, fark etmez”lerden tutun, “Pembe panter olmasın bacım?”lara, “Pembe derken inşallah sadece düşünceyi kastetmişlerdir. İşin içine pantolon, kimlik ve en kötüsü mabat girerse ortalık karışır”lara envai çeşit cinsiyetçi ifade.
Hani homofobi görmek isteyen Elif Şafak’ı bırakıp buraya bakmalı. Kadın düşmanlığıyla, cinsiyet ayrımcılığıyla soslanmış çok leziz bir türü servis