'' Her şey enerjidir ve her şey yalnızca bundan ibarettir. Sahip olmayı istediğiniz gerçekliğin frekansına uyumlandığınızda artık yapacak bir şey yoktur. O gerçeklik size ait olur. Bundan başka bir yol yoktur. Bu felsefe değildir. Bu fiziktir. '' Alberth Einstein.
Her gün aklımızdan farkında olmadığımız en az 60.000 düşünce geçer. Bilinç seviyesinde bu düşüncelerin çok azını hatırlarız. Acaba arka planda kalan, hatırlamadığımız, vızır vızır geçen ve İstanbul trafiği gibi yoğun akışı olan düşüncelerimizin nasıl farkında olabiliriz? Tabii ki duygu durumumuzun , enerji seviyemizin farkındalığıyla... Her bir düşünce kendi içinde bir enerjidir. Düşüncelerin yarattığı beyinsel elektrik sinir sistemiz aracılığıyla vücudumuzda dolaşır ve kendine uygun enerjiler üretir. Bu enerjiyi de duygu olarak hissederiz. Olumlu duyguların frekansı yüksektir ve kendimizi enerjik, aktif, keyifli hissetmemizi sağlar. Gözümüzden, auramızdan parlayan bir ışık çıkar. Zaman zaman size de mutlaka birileri "bugün harika görünüyorsun, ne oldu sana" diye sormuştur. Belki de sebepsiz yere kendinizi o gün iyi hissettiğinizi sanmışsınızdır. Oysa hiçbir şey sebepsiz ya da tesadüf değildir. Tam tersi ''sebebini
Travmatik bir durum yaşayan kişi, olay sonrasında depresyona girebiliyor. Ani kayıplar, trafik kazaları, beklenmedik bir takım acı olaylar... Bunun dışında kendi kendini depresyona sürükleyenler de olabiliyor. Tabii ki kişi bu durumu farkında olmadan yaratıyor. Nasıl mı? İşte bir kaç örnek:
- Çok rutin ve kısıtlı bir hayat yaşayarak, hep aynı şeyleri yaparak kişi yaşam alanını daraltırken bir yandan da zihnini daraltıyor, tembelleştiriyor.
- Başkalarını ve olayları suçlayarak, kendini kurban olarak görüyor.
- Kendini çaresiz ve yetersiz buluyor.
- Özgüveni giderek azalıyor.
- Hayatın ve insanların sürekli ona haksızlık yaptığına inanarak öfkelenip, agresifleşiyor.
- Korkularından korku doğuruyor.
- Kendi kendine olumsuz diyaloglara giriyor. "Deliricem, çıldırıcam, depresyondayım, bunalımdayım, battım, bittim..." gibi.
Zaman ne kadar çabuk geçiyor, eskisinden de hızlı değil mi? Her şeyi çok çabuk tüketiyor, bir sonraki, bir sonraki diyerek hiçbir şeyi kaçırmadan yaşamaya çalışıyoruz. Çabuk tüketilen kıyafetler, yemekler, ardı arkası kesilmeyen programlar, iş, eş, arkadaş, ev, TV, aşk... Her şey fastfood yaşanır oldu. Tam bir tüketim toplumu, az sonra şu, az sonra bu... Reklamlar gibi. Bir şey izlerken araya giren reklamların "daha yenisi çıktı, daha iyisi çıktı, az sonra" diyen ve zamanı yaşanmadan, odaklanamadan alıp giden sesi gibi.
İnsan bir dur, bir tadını al, yaşadığının farkında ol demek istiyor. Bir dinginlik arıyor. Ama zihinler koşturuyor , her şey sirkülasyon içinde, gün geçip gidiyor. Kahve içerken kahve içtiğinin tadına varamıyor insan. Aynı anda sohbet, telefon, internet, çalan kapı zili. Kahve bitince nelere koşturacağı, akşam ne yapacağı uçuyor insanın zihninde. Bir diğerinden bir diğerine atlıyorsun. Fastfood olmuş yaşamlar... Aşklar da fastfood olmuş, uğraşmak, çabalamak, anlamak, emek vermek yok. Günübirlik, aylık ilişkiler...
Peki, ne yapmalı?
Bu yazıyı yavaş yavaş okumalı :)
Önce elindekinin kıymetini bilmeli.
Hayatının amacını bilmeli.
Ne istediğini bilmeli.
Hayatımızın pek çok alanında saygıyı ararız. İş hayatında, ilişkilerimizde, çocuklarımızda... Hatta pek çok ego çatışması bu yüzden çıkar. Sıkça kullanılan bir cümledir: "Bana saygı göstermiyorsun". Oturup değerlerimizi tartıştığımız sohbetlerde de karşımıza sıkça çıkar saygının önemi ve dışarıdan saygı beklentisi. Burada iki soruyla ilerlemekte fayda var. Birincisi: Nasıl saygı kazanılır? İkincisi: Ben saygılı bir insan mıyım?
Ama önce "saygı"nın anlamına bir bakalım. TDK açıklaması şöyle: Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram. Evet, TDK saygıyı bu şekilde anlamlandırmış. Peki, acaba herkesin kafasının içinde saygı bu anlama mı geliyor? Tabii ki hayır. Herkes kendi zihninde yüklemiş olduğu anlamlarla dünyayı algılar ve beklentiler içine girer. Karşısındakinin farklı algılayabilme olasılığını kabul etmez. İşte, aslında bunu anlayabilmekle başlar saygı. Eğer TDK tanımıyla yola çıkacak olursak, saygı görmek isteyen bir insan değerli, yaşlı, yararlı ya da kutsal olmalı. Ya da bu özelliklere sahip birilerine saygı gösterilmesi gerekir. (Benim
"Seni seviyorum diyebiliyorsam bu; sende bütün insanlığı, bir anlamda canlı olarak her şeyi ve yine sende kendimi seviyorum demektir." Erich Fromm.
Sevgiye ve insanlığa dair söylenmiş bu sözü ilk duyduğumda beni derinden etkilemişti. Ve hemen odamın duvarına yazdım. Derin manalar bulduğum ve içimde derin hisleri harekete geçiren sözleri içselleştirmek, hücrelerime geçirmek için evde, ofiste duvarlara asarım. İşte Almanya doğumlu Amerikalı psikanalist ve sosyolog Erich From'un bu sözü de onlardan biri. Ve bu yazımda sizlerle Fromm'un bundan tam 60 yıl önce yazdığı Sevme Sanatı adlı kitabından küçük birkaç alıntıyı paylaşacağım. Hoşunuza giderse ve merak ederseniz daha fazlası için kitabın kendisini okuyabilirsiniz.
Bölüm 1
"Sevmek bir sanattır, gerçekten sevgi istiyorsan bu sanata kendini adamalı insan. Sevgi önemliyse, en önemli değeriyse insanın, onun için emek harcamalı. Nedir bu emek harcamak;
- İlgi ve özen göstermek, tıpkı bir annenin bebeğini büyütürken gösterdiği özen gibi.
- Sorumluluk almak, görevden değil gönülden.
- Saygı duymak, onun da özvarlığı olduğunu hatırlayarak.
- Onu tanımak, bilgi sahibi olmak çünkü onu tanırken kendini de tanırsın.
Her gün en fazla kullandığımız kelimelerden birisidir "merhaba". Bir yere ilk adımımızı attığımızda, birisiyle karşılaştığımızda "merhaba" deriz. Bazen söze başlamak için, bazen kendi varlığımızı hissettirmek için başlangıç kelimemizdir. Aslında bu, otomatikleşmiş bir iletişime başlangıç kalıbıdır. Küçükken ne söyledi büyüklerimiz "merhaba desene kızım, bir selam versene oğlum, çok ayıp önce bir merhaba der insan".
Peki, bu sembolleşmiş "merhaba"nın gerçekte anlamı nedir ve bu anlamı bilerek, hissederek iletişime geçsek acaba nasıl olurdu? Farsçadan gelen merhaba kelimesinin anlamı "senin farkındayım şu an, benden sana zarar gelmez, ben dostum " ve gülümseyen gözler. :) İşte bu manada bir "merhaba" dediğimizde ya da böyle mana dolu bir "merhaba" aldığımızda iletişimimiz nasıl başlardı? Tanıdığınız ya da tanımadığınız birisi olsun, bir düşünün, iki taraf da bu anlamı biliyor ve bunu hissederek söylüyor... Daha yardımsever, daha hoşgörülü, daha sevgi dolu, daha insani bir yaklaşım içinde olmaz mıyız birbirimize karşı? Oysa şimdilerde kullandığımız "merhaba"nın anlamı, "alo" der gibi, kapıyı tıklatıp ben geldim, beni fark et der gibi ya da söze buradan başlanırmış, âdet yerini
Yüzümüzdeki kalın çizgiler, hayatın bizde bıraktığı izlerdir. Kimileri güzelliklerin kimileri de acıların, kızgınlıkların izleridir. İşte bu çizgilerin aynısı zihnimizde de vardır. Zihnimizdeki alışkanlıkların, anıların izleri. Her biri ayrı bir nörolojik bağlantıdır içimizde. Kalın olan bağlantılar, üstlerinden defalarca geçilmiş yollar gibidir. İki nokta arasına kalemle bir çizgi çizsen sonra da üstünden defalarca geçsen hem rengi hem hacmi genişler, hatta derinleşir, kâğıdı bile deler. İşte zihnimizde tekrar eden düşünceler de böyledir. Ve o düşüncelerin bedenimize akıttığı duygular. Duygular da bedenimize titreşir acı veya tatlı. Her yanımız izlerle doludur aslında. Ama nedense insan önce yüzündeki, görselindeki izlere, kırışıklıklara takılır daha çok. Neden? Estetik kaygısı mı? Yoksa görselliğin baskınlığı mı?
Yüzümüze, vücudumuza estetik yaptırıp ya da aynalara küsüp izleri yok edebilir, yok sayabiliriz. Peki ya zihnimizdeki izleri, bedenimizin içindeki izleri nasıl yok edeceğiz? Tabii ki yok etmek için, değiştirmek için önce farkına varmak gerekir. O defalarca aynı hatların üstünden geçen olumsuz düşünceleri, o tekrar tekrar verilen olumsuz tepkileri ve onların
Mutsuz bir hayatın içinden çıkmaya çalışan bir insan varmış. Her gün Allah'a dua edermiş. "Allah'ım bana yardım elini uzat, birisini gönder ya da bir şeyleri değiştir de çıkayım bu hayatımdan, mutlu olayım" dermiş. Bir gece rüyasında bir melek gelmiş. Çok güzelmiş, ışıl ışıl parlıyor, gözlerinin içi gülüyormuş. Onu elinden tutup kendi düş bahçesine, cennetine götürmüş. Uzun uzun gezmişler, o insan gezdiği her düş bahçesinde kendinden bir parça bulmuş, gözü gönlü açılmış adeta mest olmuş. Sonra melek, ona gitme vaktinin geldiğini söylemiş. İnsan "hayır gitme, beni de cennetine, düş bahçene al" demiş ve derken rüyadan uyanmış... Uyandığında bir yandan cenneti kaybetmenin acısını yaşarken içinde bulunduğu hayatın cehennemini daha da fark etmiş. Belki tekrar meleği yakalarım diye hemen bir daha uykuya dalmış. Biraz derinlere indiğinde yine meleği karşısında görmüş. Hemen meleğe tekrar seslenmiş "beni de al, beni de al cennetine, düş bahçene lütfen" diye. Melek yanına yaklaşmış ve kulağına fısıldamış. "Bende gördüğün senin kendi cennetindir. Cennetini gördüğünde içinde bulunduğun cehennemim ateşini daha çok hissettin. Şimdi, yüreğinde yapacağın bir seçimle ya kendi cennetine, düş