Mutsuz bir hayatın içinden çıkmaya çalışan bir insan varmış. Her gün Allah'a dua edermiş. "Allah'ım bana yardım elini uzat, birisini gönder ya da bir şeyleri değiştir de çıkayım bu hayatımdan, mutlu olayım" dermiş. Bir gece rüyasında bir melek gelmiş. Çok güzelmiş, ışıl ışıl parlıyor, gözlerinin içi gülüyormuş. Onu elinden tutup kendi düş bahçesine, cennetine götürmüş. Uzun uzun gezmişler, o insan gezdiği her düş bahçesinde kendinden bir parça bulmuş, gözü gönlü açılmış adeta mest olmuş. Sonra melek, ona gitme vaktinin geldiğini söylemiş. İnsan "hayır gitme, beni de cennetine, düş bahçene al" demiş ve derken rüyadan uyanmış... Uyandığında bir yandan cenneti kaybetmenin acısını yaşarken içinde bulunduğu hayatın cehennemini daha da fark etmiş. Belki tekrar meleği yakalarım diye hemen bir daha uykuya dalmış. Biraz derinlere indiğinde yine meleği karşısında görmüş. Hemen meleğe tekrar seslenmiş "beni de al, beni de al cennetine, düş bahçene lütfen" diye. Melek yanına yaklaşmış ve kulağına fısıldamış. "Bende gördüğün senin kendi cennetindir. Cennetini gördüğünde içinde bulunduğun cehennemim ateşini daha çok hissettin. Şimdi, yüreğinde yapacağın bir seçimle ya kendi cennetine, düş
Dün akşam bu yazıyı yazmaya niyet ettim ve sabah kalkınca yaptığım günlük ritüellerimden hemen sonra bilgisayarın başına oturdum, yazmaya başladım. Niye; çünkü niyet ettim :) aklımı, kalbimi bu yazıyı yazma yönüne doğru çevirdim ve niyetim doğrultusunda adım attım.
Her an aklımızdan istekler, arzular, hayaller geçebilir. Ama niyet etmek başka bir şeydir. Aklını ve kalbini sorgusuz sualsiz niyet ettiğin şeye doğru çevirmek, onu oldu bittiye, kabule getirmektir. Bu da ancak niyete uygun yaşamakla, niyete uygun adımları atmakla olur. Nasıl ki akşamdan oruca niyet eden bir kimse sabah kalkınca buzdolabının kapağını açıp dolabı karıştırmaz, kendini yeme-içmenin dışındaki diğer işlere ve güzel davranışlara yöneltirse aynen öyle... Niyete ters düşen, çelişen düşünce ve davranışlardan uzak kalıp tamamen niyetine uygun adımlar atmalı insan. Niyeti her ne olursa olsun.
Zayıflamaya niyet ettiyseniz oturup da üç dilim pasta yiyemezsiniz, çalışmaya niyet ettiyseniz tüm gün evde pijama terlik dolaşamazsınız, okulu bitirmeye niyet ettiyseniz sabaha kadar internette oyun oynayamazsınız... Niyetinizi edip o niyete sırt çevirici davranışlarda bulunduğunuzda ya da öylece kal gelmiş gibi durup
Bazen düşünüyorum da tüm insanlık sadece sevmeye, sevgi olup sevgi verebilmeye odaklansa nasıl bir dünya olurdu? Hani sevdiğin şeyden, sevdiğin kişiden hiçbir şey beklemeden sadece onu sevdiğin için sevebilmek. Belki hiç senin olmayacak, belki hiç görmeyeceksin, belki seni hiç sevmeyecek ya da kendince sevecek seni ve sana istediğin hiçbir şeyi vermeyecek. Sıfır beklentiyle sevebilmek...
Onun seni sevip sevmediğine takılmadan, senin için hayatında ya da kendisinde bir şeyleri değiştirmesini istemeden öylesine; sadece sevebilmek. Beni sevseydi şunu yapardı ya da bundan vazgeçerdi diye kendi koyduğun ölçüleri bırakarak, bütün beklentilerden sıyrılıp sadece kendi sevgisine odaklanabilse insan. :) İşte o zaman nasıl olurdu dünyamız?
"Sadece kendi sevgine, kendi verebildiklerine odaklan, bırak öteki tarafın yapıp yapmadığına" diye düşününce pek çok insanın aklına hemen şu soru geliyor: "Ama öyle yapmazsa, şundan vazgeçmezse onunla birlikte olamam ki." İşte, işin inceliği, koşulsuz sevgi de buradan doğuyor ya :) Birlikte olmasan da, görmesen de, bir karşılık almasan da sen yine sev, sadece sev, o kadar... :) Her sevdiğimiz şey, her sevdiğimiz insan bize ait olmak zorunda değil
Bir şeyleri kaybettiğinde acır insanın canı. Aslında acıyı yaratan düşüncedir. Nedir bu düşünce? Kaybetme, sahip olmanın zıttıdır. Kim sahiplenir? Tabii ki egolarımız. “Benim” deriz. Benim telefonun, benim arabam, benim annem, benim kardeşim... Çocukken öğrendik ait olmayı ve sahip olmayı. Sonra ait olduğumuz yeri veya sahip olduklarımızı kaybettiğimizde acı çektik. Çünkü “benim” eksik kaldı o zamanlarda.
İnsanın en çok acı çektiği de sevdiklerini kaybettiği anda yaşanır. Bir daha göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız ve birlikte vakit geçiremeyeceğimiz için acır içimiz. Bir anda yok olur hayatımızdan; sadece anılar kalır elimizde. Belki de pişmanlıklar, söylenmemişlerin, yaşanamamışlıkların pişmanlığı. Bütün bunlar, bu dünyada kalan düşünceleri, bakış açısıdır ve onların yarattığı acı duygu. Bilirsin hani, bu bir araba, ev değil ki bir daha çok çalışıp kazanırım, yenisini alırım diyerek kendini teselli edesin. Bilirsin imkânı yok, dönüşü yok, giden gelmiyor ki... Ama bunun yanında bilmediğimiz başka pek çok şey var. Herşeyden önce ölüm bir yokoluş değil bir dönüşüm. Çünkü evrende herşey bir enerji ve enerjiler yok olmuyor; sadece format değiştirerek dönüşüyor. Ve biz sadece
Yalnızlık insanların en büyük korkularından biridir. Yalnız kalmamak için bir eş ister, sosyal bir çevre ister, itibar, güç ister, muhabbet ister... Eğer bunlar etrafında yoksa kendini kalabalığın içinde bile yalnız hissedebilir insan. Anlaşılmadığını düşünmek ya da kendisi gibi düşünenlerin olmaması da insana kendini yalnız hissettirebilir. Ve böyle düşündüğümüzde yalnızlık pek de hoş bir şey değildir. Çünkü bunların hepsi kendini ayrı görmekten kaynaklı bir bakış açısının ürünleridir.
Peki yalnızlık, yalnız kalmak eğer "kendinle baş başa kalmak, kendine dönmek" gibi bir anlama dönüşürse nasıl olur? Dış dünyaya olan bağlarımızı bir süreliğine durdurup tüm odağımızı içimize verip, kendinle yüzleşmek, kendini fark etmek, kendinle iletişime geçmek olsa nasıl olur?
Bütün kişisel gelişim çalışmaları, filozoflar, dinler insana seslenirken hep "içine dön, kendi tanı, kendini bil, sen değişirsen dünyan değişir" demişler. Hepsinin ortak dilidir bu, "sorun da sensin, çözüm de; cennet de sensin cehennem de". Kalabalık ve keşmekeş içinde insan kendini bulamaz. Orada ancak şu anda ne olduğunu ya da ne olmadığını görür insan. Ama özünde ne olduğunu bulması için kendine karşı samimi
Yalnızlık insanların en büyük korkularından biridir. Yalnız kalmamak için bir eş ister, sosyal bir çevre ister, itibar, güç ister, muhabbet ister... Eğer bunlar etrafında yoksa kendini kalabalığın içinde bile yalnız hissedebilir insan. Anlaşılmadığını düşünmek ya da kendisi gibi düşünenlerin olmaması da insana kendini yalnız hissettirebilir. Ve böyle düşündüğümüzde yalnızlık pek de hoş bir şey değildir. Çünkü bunların hepsi kendini ayrı görmekten kaynaklı bir bakış açısının ürünleridir.
Peki yalnızlık, yalnız kalmak eğer "kendinle baş başa kalmak, kendine dönmek" gibi bir anlama dönüşürse nasıl olur? Dış dünyaya olan bağlarımızı bir süreliğine durdurup tüm odağımızı içimize verip, kendinle yüzleşmek, kendini fark etmek, kendinle iletişime geçmek olsa nasıl olur?
Bütün kişisel gelişim çalışmaları, filozoflar, dinler insana seslenirken hep "içine dön, kendi tanı, kendini bil, sen değişirsen dünyan değişir" demişler. Hepsinin ortak dilidir bu, "sorun da sensin, çözüm de; cennet de sensin cehennem de". Kalabalık ve keşmekeş içinde insan kendini bulamaz. Orada ancak şu anda ne olduğunu ya da ne olmadığını görür insan. Ama özünde ne olduğunu bulması için kendine karşı samimi
Her insanın bulunduğu farkındalık seviyesi ve geçmişinden gelen zihin kayıtlarının farklılığı onun neden öyle olduğunun cevabıdır. Her insan kendi içinde bir dünyadır ve dünyasına sımsıkı bağlıdır. Hiç kimse gelip, başkasının dünyasına eline sokup, bir odayı kendi isteğine göre düzenleyemez ya da temizleyemez. Her insan kendi dünyasına kendisi hâkimdir. Bunu anlayabildiğinde insan başkalarına akıl vermekten ve yargılamaktan kurtulur. Tabii ki bu da bir anda olacak bir şey değildir; bunun için de insanın kendi zihnini eğitmesi gerekir.
Bugün bizim üzerinde duracağımız konu; başkalarına sürekli akıl vererek, yardım amacıyla onları düzeltmeye, değiştirmeye çalışmanın ne kadar da boş olduğunu hatırlamak. Düşünsenize; size doğru olan, hatta genele göre de doğru olan bir yöntem var ve siz bunu biliyorsunuz. Karşı tarafa da aynı aklı verip onun da öyle yapmasını istiyorsunuz; fakat o bir türlü bunu anlamıyor ve sizin dediğiniz gibi yapmıyor. Zorlama akıl işe yaramıyor. Hatta o kişiyi daha da kötü bir duruma itiyor olabilirsiniz. Kişi hazır değilse, farklı bir zihin programındaysa, farklı bir bakış açısındaysa size "evet" dese bile yine kendi bildiğini yapacaktır. İşte bu noktada
Başlangıcı olan ama sonu olmayan bir yolculuk. Belki ilk bakışta bazılarına yorucu gelen bir yolculuktur bu. Çünkü insan zihni hep bir sona ulaşmak ister. Ne olacaksa olsun, bileyim, anlayayım da rahata ereyim der durur. Bu yüzden sonucu da almadan bir türlü huzura kavuşup rahat yaşayamaz. İşin ilginç tarafı sonucu alsa yine de rahata ulaşamaz. Hep yeni bir "eee şimdi ne olacak?" tatminsizliği zihin kapısında bekler.
İstanbul'dan arabayla Antalya'ya yola çıksak bir an önce tatil bölgesine ulaşmanın hayali, heyecanıyla saatleri, kilometreleri sayarak gidersek yolun bize sunduğu tüm güzellikleri, vereceği farkındalıkları kaçırırız. Eğer tatile ulaşma yolculuğu 12 saatse bu 12 saati ziyan ederiz. Oysa tatil başlamıştır. O saatler öyle ya da böyle yaşanacaktır. Geçtiğimiz doğa güzellikleri, geçtiğimiz şehirlerin havası, kültürü her an bizimle konuşur. Ama bu konuşmaları duyabilmek için hazır ve farkında olmak gerekir.
Düşünsenize sahilde çocuklar gibi eğleniyorsunuz. Kumdan kalelerle, bahçelerle bir şehir yapıyorsunuz. Sonra karşısına geçip bakıyorsunuz, çok da güzel olmuş :) Ama o sırada bir dalga geliyor ve tüm kumdan şehrinizi alıp götürüyor. Yarattığınız şehir artık orada