Son birkaç yılda gelişim, değişim, insanlık, farkındalık... adına pek çok yazı, kaynak, bilgi akışı yoğun bir biçimde paylaşılıyor ve bu çok güzel bir şey. Ancak bilmek ne işe yarıyor ya da ne kadar işe yarıyor diye bir düşünmek lazım :) Bildikçe farkına varılıyor, başkalarıyla da paylaşılıyor, entelektüel yapı artıyor ve sonra? "Ben biliyorum"culuk mu başlıyor, bilmeyenler mi yargılanıyor ya da bilmenin ama yapmamanın sancısı, içsel çelişki mi başlıyor? Tabii bu arada bilinenler de ne kadar doğru, bu da tartışılır :) Bilimsel bilgi değil ama kişisel bilgilerin doğru olup olmadığını, işe yarayıp yaramadığını kişi kendi üzerinde deneyimleyerek karar verebilir. En güzel yol bu. :)
Çok sevdiğim bir Yeni Gine sözü vardır: "Bilgi, kasa nüfus etmediği sürece bir söylentiden ibarettir." Evet, uygulamayla sindirilmiş, kişinin yaşamına geçmiş bilgi tüm hücrelere kodlanmıştır ve işte o zaman işlem tamamdır :) Tabiki bunun için iradeli olup çaba harcamak gerek yoksa öğüt eren bir kitaplık gibi oluruz.
Ahlak felsefesindeki yaklaşımlardan birisi de "Entelektüalistler ve Volontaristler" diye ikiye bölünür. Entelektüalistler; kişisel davranışların tümüyle bilişsel ve entelektüel bir durum
Bir şeyleri değiştiremeyince ya da beceremeyince hemen çıkarımda bulunup yorum yapmak ne kadar da kolay değil mi? "Denedim olmuyor" , "değiştiremiyorum, yapamıyorum " ve arkasından gelen "ben böyleyim, beceremiyorum" cümlesiyle olduğun yerde tekrara devam. Aslında ters giden hiçbir şey yok, her şey olması gerektiği gibidir; sadece zihnin işleyişini tanımamak, sanki bir şeyleri beceremiyormuşsunuz gibi algılanmıştır o kadar. Zihninin nasıl işlediğini bildiğinde her şey çok daha kolay olur, yani değişim :) Çünkü yanlış giden hiçbir şey yoktur, yapamamak ya da becerememek de yoktur.
Yeni bir şey öğrenmeye kalktığımızda (yeni bir düşünce, olumlama, davranış...) önceden o konuyla ilgili farklı bir bilgiye sahipsek eski bilgi kuvvetli olduğu için yeni bilgiyi öğrenmemize ket vurur. Yani bizi zihin zorlar. Mesela düz vites araba kullanırken otomatik vites araba kullanmaya başladığınızda daha kolay olmasına rağmen sol ayağınız hep debriyajı arar, kafanız karışır. Zihin sizi düz vites kullanmaya yöneltir ve yeni bilginin yerleşmemesi için zorlar. Buna psikolojide ileriye doğru ket vurma denir. Ofiste her zaman kullandığınız dosya çekmecesini soldan sağa taşıdığınızda yine ilk günlerde
Hayatınızın dışını çıkıp kendiniz ve çevrenizde olup bitenleri gözlemler misiniz? Eğer gözlemliyorsanız neyi fark ediyorsunuz? Otomatikleşmiş kalıplar içinde İngilizcede "to do list" Türkçede "yapılması gerekenler listesi" peşinde koşan insanlığı fark ediyor musunuz? Ve siz bunun neresindesiniz?
Gün boyunca yaptıklarınızın bir listesini çıkarın ve kendinize sorun: "Bütün bunları niye yapıyorum?" Yapmak zorunda olduklarınız mı yoksa yapmak istedikleriniz mi bunlar? Eğer zorunluluksa bu zorunluluğu kim koydu, siz mi, sistem mi? Ve bu dünyada bulunma sebebiniz zorunlulukları yerine getirmeniz mi acaba? İstediklerinizi yapıyorsanız sorun yok. Tabii ki size zarar vermiyorsa ve size anlam, değer katıyorsa :)
Pek çok insan, bugün sistemin bir parçası olmuş durumda; otomatikleşmiş, robotlaşmış bir şekilde yaşıyor. Yazının başında dediğim gibi şöyle bir kenara çekilip objektif, yargısız bir gözlemci konumuna geçerseniz bunu çok kolay fark edebilirsiniz. En önemlisi kendinizi gözlemeyin. Ulaşmaya çalıştıklarınıza, isteklerinize bakın ve bunları neden istediğinizi sorun kendinize. Rutinde tekrarladıklarınıza, zorunluluklarınıza bakın ve yine sorun, neden bunları yapmak zorundasınız?
"Neye odaklanırsan onu çoğaltırsın", "Direnç gösterdiğin şey varlığını korur". Bu iki cümle tekrar tekrar üzerinde düşünüp, akabinde kendi üzerimizde farkındalık kazanmamız gereken çok önemli noktaya işaret etmektedir.
Ne olursa olsun olayları, kişileri kınamak, yargılamak, göze batırmak, parmağımızla işaret ettiğimiz şeyi BÜYÜTMEKTİR. Diyelim ki siz "X" takımını tutuyorsunuz ya da "X"in doğru olduğunu düşünüyorsunuz, "Y" de karşı takım ya da "Y" yanlış olan. Vaktinizin çoğunu o istemediğiniz, beğenmediğiniz "Y" için harcarsanız, hayatınıza daha fazla "Y" davet etmiş olursunuz.
- Y kötü...
- Y şöyle böyle yapıyor...
- Y'nin hatası bu...
Sürekli o istenmeyen, beğenilmeyen Y'den konuşmak, onu anmak, onun çoğalarak hayatınızda büyümesidir. Peki asıl istediğiniz bu mu? Tabii ki değil. O zaman o istediğiniz "X"i anın bol bol, hatta anmakla kalmayıp X'i yaşayın, yaşatın.
- X şudur, budur.
- X güzeldir, iyidir.
Yeni Yılda Yeni Âdet "KOÇ KAFASI"
Yeni yıla az kaldı, kimimiz yeni yıla nasıl gireceğini şimdiden düşünmeye, planlamaya başladı. Kimimiz de ne gerek var yeni yıla diyerek umursamaz bir hal içinde. Zaten yeni yıl dediğimiz nedir ki? Bir 365 gün daha bitiyor. 2015 yerine 2016 oluyor, rakamlar değişiyor. Dünya'nın Güneş etrafındaki turu tamamlanıyor... Aslında insanlığın koyduğu tarihe göre Dünya'nın doğum günü olarak da düşünebiliriz :) En güzel yanı şu ki tüm dünyada aynı anda çoğunlukla güzel duyguların frekansı titreşiyor. İnsanlar daha fazla gülümsüyor, eğleniyor, aileler, dostlar bir araya geliyor. Sanki sıkıntılara, olumsuzluklara, sorunlara kısa bir ara veriliyor. Dilekler, hayaller havada uçuşuyor... Her ne kadar bu herkes için geçerli olmasa da çoğunluk için böyle diyebiliriz...
Geçen sene yazdığım yeni yıl yazısında oturup, her zamanki gibi bir kâğıt kalem alıp, yaşadığınız bir yılın size neler kattığını, farkındalıklarınızı, kazanımlarımınızı yazmanızı önermiştim. Hem özel hayatınız için hem de iş hayatınız için. Klasik yeni yıl dileklerine geçmeden önce bir öncekinde neler kazanmış olduğumuzu fark etmek bize güç verecektir. Kazanımları hatırlamak, bir yandan da
Yeni Yılda Yeni Adet '' KOÇ KAFASI''
Yeni yıla az kaldı, kimimiz yeni yıla nasıl gireceğini şimdiden düşünmeye, planlamaya başladı. Kimimiz de ne gerek var yeni yıla diyerek umursamaz bir hal içinde. Zaten yeni yıl dediğimiz nedir ki? Bir üçyüzaltmışbeş gün daha bittiyor. 2015 yerine 2016 diye rakamlar değişiyor. Dünyanın güneş etrafındaki turu tamamlanıyor... Aslında insanlığın koyduğu tarihe göre bir nevi Dünyanın doğum günü gibi de düşünebiliriz :) En güzel yanı şu ki tüm dünyada aynı anda çoğunlukla güzel duyguların frekansı titreşiyor. İnsanlar daha fazla gülümsüyor, eğleniyor, aileler, dostlar bir araya geliyor. Sanki sıkıntılara olumsuzluklara, sorunlara kısa bir ara veriliyor. Dilekler, hayaller havada uçuşuyor... Her ne kadar bu herkes için geçerli olmasa da çoğunluk için böyle diyebiliriz...
Geçen sene yazdığım yeni yıl yazısında oturup, her zaman ki gibi bir kağıt kalem alıp :) yaşadığınız bir yılın size neler kattığını , farkındalıklarınızı, kazanımlarımınızı yazmanızı önermiştim. Hem özel hayatınız için hem de iş hayatınız için. Klasik yeni yıl dileklerine geçmeden önce bir öncekinde neler kazanmış olduğumuzu fark etmek bize güç verecektir. Kazanımları
Sürekli sıkıntılarla mı boğuşuyorsun, sürekli savaş, mücadele halinde misin, daldan dala mı atlıyorsun, hâlâ ne istediğini bilmez bir kaos içinde misin? Arın, arın, arın... Zihnini, kalbini, bedenini arındır. İçinde dön, içine bak korkularla, olumsuz düşünce ve olumsuz inançlarla dolmuş kabına bak. Korkutucu gelebilir, zor gelebilir ama istersen bakabilirsin ... İnan bana, aslında korktuğun kadar değil çünkü zaten dışarıya bakıyorsun, orası da çok eğlenceli değil. Ama içindeki karanlığın bir yerlerinde yanan ışığı görünce onu büyüterek dışarıyı da aydınlatabileceksin.
"Kabın" dediğim yer düşüncelerin, duyguların barındığı bedenin; ama sen kabın kadar değilsin, bir de ruhun var. Kabından çok daha fazlası. Ruhuna ulaşmak için olumsuz duygu ve düşüncelerden arınmalısın. Ruhun zaten tertemiz, orada seni bekliyor.
Her türlü yargın, korkun, öfken, henüz bırakamadığın ve sana acı veren geçmişin, hepsi içini, kabını kirletiyor. Bu kirlilik, üstünde ağırlık, mutsuzluk yaratıyor, bedenini hasta ediyor. Geçenlerde bir danışanım, safra kesesi ameliyatı olmuştu ve sorunu yediklerine bağlıyordu. Oysa boşandığı eşine biriktirdiği kinin, sindirememenin yansımasıydı. Zihninin sindiremediği,
Hepimizin bildiği Pamuk Prenses hikâyesinde cadı kraliçe aynanın karşısına geçer ve sorar: “Ayna ayna söyle bana, var mı benden güzeli bu dünyada?” Gelen cevap, “evet” olur ve kraliçe kabul edemediği pamuk prensesi yok etmek için harekete geçer. Güzelliğini gerçekleştirmek için dışarıda çözüm arar. Hepimiz hikâyenin sonunu biliriz. Kraliçe güzelliğini eşsiz ve daimi kılamaz. Çünkü içinde güzelliği bulamamıştır.
Siz aynaya ne kadar sıklıkla bakarsınız? Baktığınızda ne görürsünüz? Aynaya ne söylersiniz? Bazı insanlar aynaya sadece çok mecbur olduklarında bakar. Örneğin sadece makyaj yapmak için, sadece saçının son halini görmek için. Ya da yüzünde, vücudunda, elbisesinde bir kusur var mı diye... Muhtemelen de gözlerine batacak bir şeyler bulur...
Bazı insanlar aynalardan düşmanlarıymış gibi kaçar. Asıl kaçış kendinden kaçıştır, aynada kendini görmeye taammül edemeyen kişi nasıl olur da başkalarından ilgi ve yardım bekler; bunu bir düşünmek lazım. Kişi kendini kabul etmez, beğenmezken nasıl olur da dışarıdan bir güzellik gelip içine girebilir. Aynalarla barışmak yani kendimizle barışmakla başlar her şey. Ayna sadece fiziksel görüntüyü yansıtmaz, içsel enerjiyi de yansıtır. Bir