Sana kim olman gerektiğini, ne iş yapman gerektiğini, nasıl davranman gerektiğini sürekli kulağına fısıldayan ebeveynin ya da elâlem denen gizli örgütten özgürleşme vaktin geldi çocuk. Çocuk diyorum çünkü bunlardan hâlâ etkilenen yanın, çocukluk kayıtların. Ebeveynlerin elbette çocukları için güzel istekleri, güzel öğütleri, güzel öğretileri vardır ama hepsi doğru değildir. Ya da onlara göre doğru, zamana göre doğru olabilir; ama şimdi işe yaramayabilir... Senin için en doğru fikir de olabilirO Peki, nasıl bileceksin bunu? Kendini tanıyarak tabii kiOElâlemin fikri, tavsiyesi, yargısı zaten bitmez tükenmez bir kaynak gibidir. İstediklerini yaparsam alkış gelir, yapmazsam yargı gelir korkusuyla yaşanmış bir hayat da yaşanmamış demektir. Kendini bilse bile insan, korku ayağına prangalar vurur.
Senden istenen doğru ya da güzel bir şey olsa bile sen “o” değilsen yaptığın, üstüne oturmayan bir elbise gibi seni sürekli huzursuz eder. Senin içinde doktor olma ruhu yoksa doktor olmak seni zorlar, mutsuz eder. Senin içinde mühendis olma ruhu yoksa mühendis olmak seni zorlar, mutsuz eder. Senin ruhunda özgürlük, yaratıcılık varsa rutin bir iş, seni zorlar. Senin ruhunda araştırmak,
“Evet, öyle yap, kendin için kazan kendini. Şimdiye değin senden zorla alınan ya da çalınan ya da boşuna akıp giden zamanına sarıl, iyi kullan onu. Kimi zamanımız bizden zorla kapılıyor, kimisi sinsice çalınıyor, kimisi de boşuna akıp gidiyor. Umursamadığımız için uğradığımız kayıp da en yüz kızartıcı olanı. Dikkat edersen hayatımızın en büyük bölümü kötü iş yapmakla geçiyor, büyük bir bölümü hiçbir iş yapmamakla… Zamana değer veren, günün değerini bilen, her gün biraz daha ölmekte olduğunu anlayan bir kimse gösterebilir misin bana? Yanıldığımız bir nokta var; sanıyoruz ki ölüm önümüzdedir, oysa ölümün büyük bir kısmı şimdiden geçip gitmiştir. Hayatımızın gerimizde kalan kısmını ölüm geçirmiştir eline. O halde sarıl bütün saatlerine. Bugününe el koyarsan, daha az bağlı kalacaksın yarına. Böyledir bu iş: Yaşamak ertelendi mi, hızla akar geçer…” (Lucius Annaeus Seneca-Ahlaki Mektuplar eseri)
Seneca’nın bu sözlerinden sonra benim zaman veya hayat üzerine bir şeyler yazmama gerek var mı bilemedim. :) Ama tabii ki kalemi elime almışken birkaç kelam etmeden duramayacağım. :)
İnsanın kırklı yaşlarına geldiğinde en çok iç çekişli cümleleri, “Hayat kısa” ya da “zaman ne çabuk
Bugün sahip olduğumuz kariyer, başarı, maddi manevi imkânlar, değişim ve dönüşümler yıllar öncesinin emekleriyle, yıllar öncesinde atılmaya başlanan ve istikrarlı atılan adımların sonucunda elde edilmiştir. Böyle baktığımızda bugün geçmişin meyvelerini topluyoruz diyebiliriz. Ancak geçmiş dediğimiz ana dönersek o an “şimdi”dir. Bu da demektir ki gelecek şimdide yaratılıyor. Var olan hiçbir şey, bir anda hooop diye olmadı ama her an şimdide inşa edildi :)
Biraz karışık gibi gözüküyor olabilir ama durum aslında çok basit. Diyelim ki şu anda bir proje yapmayı hayal ediyorsunuz ya da kilo vermeyi veya okulu bitirmeyi istiyorsunuz. Bütün bunların gerçekleşmesi için bugün, şimdide atacağınız her adım, bu isteğiniz doğrultusunda yapacağınız her seçim, bir gün bu isteğinize ulaşmanızı sağlayacak yapı taşıdır. O zaman gelecek şimdide yaratılıyor diyebiliriz. Peki, hayal ettiğimiz hedefimize ne zaman ulaşırız :) Yine ulaştığımız gün “şimdi” olacak… Ama her şey o anda mı oldu? Hayır, tabii ki :)
O zaman şimdi ne yapıyorsak ya da yapmıyorsak geleceğimizi o şekilde oluşturuyoruz diyebiliriz. (Bunu her an hatırlamamız çok önemli.) Hayallerimiz, hedeflerimiz varken şimdi sadece isteme
Ergin olmak gelişimini tamamlamış, olgunlaşmış, haklarını kendi kullanabilen, yetişkin kişi demektir. Ama bu sadece on sekiz yaşını aşmakla olmuyor :) Yaşı otuza, kırka dayanmasına rağmen bir yanı hâlâ ergenlikte kalmış nice insan var. Ebeveynler çok iyi bilir, ergenlik döneminin ne kadar zor ve uzun bir dönem olduğunu. Zaman zaman korku ve gerilim filmlerini aratmayan sahneler bile yaşanır :) Beynin geliştiği, hormonların zıp zıp oynadığı, kişiliğin ve cinsiyetin oturmaya çalıştığı, çocuk musun yetişkin misin belli olmayan, bedenin orantısız gelişimleri, ses tellerine kadar her yerin ayarlarının oynadığı bir dönem :) Ve tabii ki ani tepkisel hareketler, karamsar düşünceler, isyanlar ve ani durulmalar….
Şimdi bakalım içimizde nerelerde hâlâ bir ergen yatıyor :) Ya da yakınlarımızda anlaşılmayı bekleyen ergin ergenler var mı? :)
Eğer;
Hemen küsüp alınıyorsan
Bir şey almak istediğinde anne babandan ya da eşinden, sevgilinden para bekliyorsan
Bir erkek kadını hor görüyorsa, annesini, kız kardeşini, olan ya da olacak kız çocuğunu reddediyordur. Tanırının yarattığı insanlığın yarısını reddediyordur. Kendi içindeki dişi yanını reddediyordur… Dolayısıyla kendini reddediyor, varoluşu reddediyordur… Aynı durum kadın için de geçerli. Kadının de erkeği üstün veya aşağı görmesi, tüm dengeleri baştan bozmaktadır. Sadece işte değil, evde, sosyal hayatta yerimizi bilmenin zamanı gelmiştir. Savaşarak, yarışarak, hırslanarak değil cesaretle, sevgiyle, bağışlayıcı, destekleyici, şefkatli yanımızla, bilgeliğimizi, duygusal zekamızı, sabrımızı, sezgilerimizi ve farkındalığımızı kullanarak yapacağız…
Şu anda toplumumuzda durdurulmayı bekleyen kadın cinayetleri, kadına şiddet, çocuk tecavüzleri ve çocuk gelinler sorunları var. Bunun çözümü için de çok sayıda aklı selim kadın ve erkeğe ihtiyacımız var. Yani İNSANA! Biz birlikte insanlığı oluşturuyoruz. Bir an önce ilkel yanımızı temsil eden alt benliklerimizden kurtulup üst benliklerimizle hareket eden aklı selim insanlar olmalı ve bu sayının çoğalmasını desteklemeliyiz. BEŞER fazlaca şaşmış durumda!
Hepimiz çocukluğumuzdan bu yana standart bir döngüye kodlanarak büyüdük.
“BEN İNSANLIĞIN KADIN HALİNDE TEZAHÜRÜYÜM!” Bilirim ki insanlık sadece ne erkekle var olur ne de sadece kadınla… İşte bu yüzden insanlık tamamlansın diye kadın olmanın hakkını veririm. Bilirim yerkürede birlikte, kadın-erkek yan yana yürüyebilmenin aslında insanlığın tek yürüyüşü olduğunu. İşte bu yüzden kendimi bilirim, ne aşağıda ne yukarıda, kadın-erkek aynı göz hizasında.
Feda-kârlık yapmam! Çünkü bir çıkar uğruna kendimi feda etmek insanlığıma yakışmaz. Veriyorsam özümden, gönlümden veririm, çünkü bilirim içimde bitmez tükenmez bereketin kaynağı var… Bana sevgiyle ikram edileni geri çevirmem, gurur yapmam, alırım, ama vereni de verileni de onurlandırmayı bilirim. Tıpkı toprağın tohumu filize dönüştürerek onurlandırdığı gibi… Hele kendi onurumu hiç kaybetmem! Kadınlık onurum, benim tacımdır. Beni baştacı eden de kraldır.
Yeri geldiğinde içimdeki savaşçı kadını kullanırım, çalışıp, çabalar, kimseye muhtaç olmadan ayaklarımın üstünde dururum. Yeri geldiğinde içimdeki anaç kadını kullanırım, besler, üretir, bağışlar, sevgimle şifalandırırım. Yeri geldiğinde içimdeki prenses kadını kullanır, gelen yardımı kabul eder ve ben de başka bir cana elimi uzatırım. Hem öğrenir hem
Son birkaç yıldır neredeyse tüm sosyal medya hesapları filozofların, ünlülerin, din adamlarının… özlü sözleriyle doldu taştı. Pek çok insan retorik yapar oldu :) Her paylaşımla, “bak ben buyum, ben buna inanıyorum ya da sen busun” gibi subliminal veya açık mesajlar savruldu sanal dünyada ve hâlâ devam etmekte. Peki, kaç kişinin hayatı değişti? Kaç kişi paylaştığı, beğendiği sözü gerçek anlamda yaşıyor? Kaç kişi söylediği sözü içselleştirip o sözü uyguladı?
Artık bilmekten yapmaya, yapmaktan olmaya geçmenin zamanı geldi. Akıl vererek, özlü sözleri beğenerek bir yere gidemediğimiz aşikâr. İster din olsun, ister felsefe ya da kadim bilgelikler bize hep ritüeller sunarlar. Bu ritüeller, istikrarlı tekrarlarla kişide içsel dönüşüm sağlamak içindir. Örneğin, teknik olarak basketbolun tüm kurallarını bilmeniz sizi iyi bir basketbol oyuncusu yapmaz, sporcu kaslarınızın olmasını da sağlamaz. Bunlara sahip olmak için defalarca antreman yapmanız gerekir. İşte, zihnimizle beğenip alkışladığımız sözlerin sahibi olmamız için de uygulamalar yaparak içsel dönüşüm sağlamalıyız. Yoksa gerçek hayatlar, sosyal medya duvarıyla maskelenmeye devam ederken yaşanan sadece kendini kandırmak olacaktır.
Nice amalar vardır fizik âlemi göremeyip manaların derinliklerini görebilen. Nice fizik âlemi gören gözler vardır ama manaya hiç dokunamamış. Ya da Mevlana’nın dediği gibi “Nice insanlar vardır üstünde elbise olmayan, nice elbiseler vardır içinde insan olmayan.” İnsan en çok görme duyusuna inanır, oysa en çok yanıltan gözdür :) Gördüğüne yorum yapar ki yaptığı yorum çoğu zaman sadece bir önyargıdan ibarettir, sonra da sımsıkı tutunur yargısına “tek gerçek budur” diye.
Kimdir bu gören? Gören göz, zihin gözü... yorumlayan kim? Ben, ego benliği… Ego kim? Tüm öğrenilmiş çaresizliklerimiz, tüm düşünce kalıplarımız, tüm savunma mekanizmalarımız… Ve sonuç “yalan dünya”; her birimizin kurduğu illüzyon içinde yaşadığımız yalan dünyalar. Merak ediyorum daha nereye kadar gidebilir insanlık bu zihin körlüğüyle? Zihin gözünü açmadan kalp gözü açılır mı? Zihin körlüğünden kurtulmak için ne yapmalı?
Kadim bilgelikler ve saf din temelinde bize hep aynı çağrıyı yapar: “Yargılarından, hırslarından, kibir ve korkularından arın, arın, arın” diye seslenir… Yani zihnindeki egondan arın. Yeniden bak hayata, insana… Sıfırdan bak, şu an şimdide yeniden tanı olup biteni sevginin ışığında. İyi-kötü