Değişim ve gelişimin hızı akıl almaz boyutlarda.
En basit icatlar için bile binlerce yıl bekleyen insanoğlu, son yıllarda değişimin hızına yetişemez hale geldi. Yapay zekâ ve yüksek kapasiteli taşınabilir enerji kaynakları ile bu süreç daha da hızlanacağa benziyor.
Peki, hem birey ve kurumlar hem de ülke olarak bu değişime ne kadar hazırız?
Örneğin öğretim kurumlarımız ve özellikle de üniversiteler, gençlerin ve işverenlerin bu yöndeki beklentilerini karşılayacak bir hazırlık içerisindeler mi?
Sonuçta, dün olduğu gibi geleceğe yönelik kalifiye insan gücünü yetiştirecek olan da onlar, bilimi teknolojiye dönüştürecek olanlar da yine onlar.
Yani üniversitelerimiz ne kadar vizyoner ve ne kadar üretkense yetiştireceği gençler de o denli güçlü olacaklardır...
Durum tespiti
Gelin önce bir durum tespiti yapalım. Yapalım ki nerede hata yapıyoruz, beklentiler ne yönde önce onu görelim:
Günümüz meslekleri birer birer yok oluyor.
Önümüzdeki 15, 20 yıl içerisinde kalanların pek çoğu yok olup gidecek.
Peki, yeni mesleklere çocuklarımızı kim hazırlayacak?
Ne kadar hazırlayacak?
Anayasamız, zengin, fakir, din, dil, bölge, kentli ya da köylü fark etmeksizin her çocuğumuza eşit eğitim hakkı sunulmasını, eşit olarak yararlanılmasını ve geleceğe en iyi şekilde hazırlanmalarını emrediyor.
Peki, bu ne kadar gerçekleşiyor?
Çocuklarımız ne kadar öğrenim gördüğü alanda iş bulabiliyor?
Eğitim programlarımız, okullarımız, üniversitelerimiz kendilerini geleceğe ne şekilde hazırlıyor?
Eğitimin en temel kuramlarından biri de her çocuğun başarılı olabileceği bir alanın mutlaka olduğu yönündedir.
Yani ilgi, yetenek, beceri, donanım ve hayalleri dikkate alındığında her çocuk mutlaka bir alanda başarılı olabilir ve bunun yolu da tek tip, çoktan seçmeli testlerden değil, ilgi, alaka ve doğru yönlendirmeden geçiyor...
Bu çerçevede çocuklarımızı ne kadar tanıyoruz?
Onlara, kendilerini, yeteneklerini ve hayallerini daha iyi tanımaları ve keşfetmeleri konusunda hangi fırsatları sunuyoruz?
Sınav odaklı, at gözlüklü bir bakış nedeniyle çoktandır eğitimi ve eğitimin kazandırması gerektirdiği değerleri unuttuk.
Varsa yoksa sınavlar.
Peki, geldiğimiz noktadan memnun olanımız var mı?
Örneğin devlet, veliler, öğrenciler, öğretmenler, işverenler memnun mu?
Evet demek zor, milyonlarca üniversite mezunu işsiz ve hâlâ kalifiye eleman sıkıntısı yaşanıyor.
Devlet ve iktidarlar mutsuz çünkü üzerlerinde inanılmaz bir işsizlik baskısı var.
Veliler mutlu mu? Çok azı dışında hayır. Çünkü çocukları mutsuz.
Öğrenci ve öğretmenler geleceğe umutla bakabiliyor mu? Keşke gönül rahatlığıyla evet diyebilsek...
Kabahatliyi de hiç uzaklarda aramayalım.
Eğitimi ciddiye alıyor gibi yapıp detaylara inmeyen hepimizin bu çorbada tuzu var!..
Üniversite hayali
Üniversite mezunu olmak, yakın zamana kadar, dünya genelinde herkesin en büyük hayaliydi.
Bu yılki başvuru rekoruna bakıldığında bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor.
İşte en büyük çelişki ve hayal kırıklığı bu noktada yaşanıyor.
Bir yanda başvuru rekoru, öte yanda diplomalı işsiz rekoru!
Herhangi bir kadroya binlerce üniversite mezunu başvuruyor.
Peki ya ara insan gücü? Ara ki bulasınız. Hele ki işinde usta olanı. Neden?
Onları da üniversiteye yönlendirdik, mesleklerinden soğuttuk. Oysa gelecek onların.
İşte Almanya’nın geldiği son nokta: “Nitelikli insan gücü ve ara eleman konusunda hemen hemen tüm sektörlerde çalışan sıkıntısı çeken Almanya gözünü 4 yıllık eğitim veren meslek lisesi mezunlarına çevirdi. Acil olarak 1 milyon 200 bin, 2030 yılına kadar da 5 milyon çalışan ihtiyacını karşılamak isteyen Almanya, nüfusun yaşlanması ve genç kuşağın yüksek öğrenime daha çok yönelmesiyle ara eleman gerektiren işlerde sorun yaşamaya başladı…”
Durum bizde de farklı değil.
İşini iyi yapan bir usta ya da kalfa bulmak mucize gibi bir şey. Bu çerçevede, eğitim sistemine bir kez daha göz atmakta sonsuz yarar var.
MEB, ÖSYM, TTK bu işi ciddiye almıyorsa, velilere büyük görev düşüyor.
Çocuklarınızın geleceğini, ne olur tesadüflere, diploma sevdasına ve dayatmalara bırakmayalım.
Çare?
Geleceği doğru okur ve gerekli değişimi zamanında yaparsak kazanan hem çocuklarımız olur hem de ülkemiz.
İşte bu noktada, en büyük zenginliğimizin kabına sığmayan gençliğimiz olduğuna inanıyorsak, önlerini sonuna kadar açıp, en iyi şekilde donatalım yeter.
Gerisini onlar getirecektir.
Girişimcilikte, yaratıcılıkta, çalışkanlıkta, fedakarlıkta, paylaşımda ve en önemlisi de inandıkları konuda mücadelede onlar gibisi yok.
Özetin özeti: “Türkiye Yüzyılı”nda en güçlü moral ve motivasyon kaynağımız gençlerimiz olmalıdır...