Ankara’ya her gidişimde daha bir betonlaşmış görüyorum. Özellikle de devasa bakanlık binaları ve devlet daireleri, Ankara’yı adeta beton kente dönüştürmüş.
Beton, eğer kalkınmanın ve gelişmişliğin bir kriteri olmuş olsaydı, Ankara, bırakın Avrupa’yı, dünyanın en önemli başkentlerinden biri olmuş diyebilirdik!
Diğer kentler farklı mı ki diyenler mutlaka çıkacaktır ama başkent çok daha özel olmalıydı.
Ankara’da iki önemli kongreye katıldım. İlkinde eğitimciler, ikincisinde ise tarihçiler vardı.
Eğitimcilerle pandemi sonrası “Okula Dönüşü”, tarihçilerle ise Milli Mücadele’nin gerçekleştiği, varoluş destanın yazıldığı, Mustafa Kemal’in “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” dediği topraklarda yani Haymana’da Kurtuluş Savaşı’mızın 100. yılını konuştuk.
100. yılda hâlâ bir 100. Yıl Marşımızın olmaması, 10. yılda yaşadığımız duyguların kaybolmasından mı yoksa farklı nedenlerden mi bilmiyoruz ama 100 yıl önce yaşananları çocuklarımıza her yönüyle çok daha iyi anlatmalıyız.
EYUDER farkı
“İşimiz, gücümüz eğitim” diye yola çıkan Eğitim Yöneticileri ve Uzmanları Derneği’nin öncülüğünde gerçekleşen “Okula Dönüş” kongresinde çok şeyler konuşuldu. Her ne kadar MEB kurmayları, ilgi göstermese de Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğretmenlerin kongreye ilgisi her zamanki gibi mükemmeldi.
Benim konuşma konum sınavların gölgesindeki eğitim ve Türkiye idi. Yani eğitim deyince canımızı en çok yakan konu!..
Görünen o ki yeni öğretim yılında da sınavlardan asla kurtulamayacağız.
Peki, bu sistemin kazananı var mı, varsa kim?
Sınavların kazandırdığı kamusal yarar, yarattığı enkazdan daha fazla değilse, o zaman bu emek ve kaynak savurganlığı niye ve daha ne zamana kadar devam edecek?
MEB ve ÖSYM’nin yaptığı sınavlara hemen her yıl 10 milyonun üzerinde aday giriyor. Yarattığı ekonomik sirkülasyonun ise 10 milyar doların üzerinde olduğuna ilişkin araştırmalar var.
Peki, attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu?
Örneğin:
Adaylar ilgi, yetenek ve hayallerine göre doğru yönlendiriliyor mu?
Adil mi?
Güvenilir mi?
Seçici mi?
Belirleyici mi?
Yapılan her sınavda, kimileri için hemen her konuda “mükemmel” özelliklere sahip gibi görünse ve bu yönde bir algı yaratılsa da, memnuniyet oranının yüzde 20’nin üzerine çıktığı bugüne kadar görülmedi.
Evet, sınavlar, duran saatlerin bile günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi arada bir doğru adayları seçiyor. Peki ya diğerleri?
Her sınav dönemi sonrasında ortaya çıkan tabloya bir göz atalım:
Senden hiçbir şey olmaz dercesine değersizleştirilen öğrenci ve mezunlar,
Yaşanmayan çocukluk ve gençlik yılları,
Havaya savrulan milyarlar,
Ömür törpüsüne dönüşen, biri bitip diğeri başlayan sınavlı yıllar,
Adaylar ve ailelerin üzerinde yarattığı travmalar,
Hayallere veda,
Önünü görememe,
İnsan içine çıkamama,
Sürekli ötelenen beklentiler,
Programsız insan gücü planlaması,
Boş kalan kontenjanlar,
Sürekli değişen sınav sistemleri,
Dershane, özel ders ve test kitaplarına yönelik giderek artan bağımlılık.
Ülke olarak 70’li yıllardan itibaren sınav odaklı eğitimin dozunu giderek artırdık. Hem de her seferinde, “Bu beladan bir an önce kurtulmamız” gerekir derken.
Sınavsız, daha doğrusu ölçme değerlendirmesiz bir eğitim sistemi elbette düşünülemez ama asgariye indirmek her zaman için mümkün.
Dünyanın hiçbir yerinde doğan her çocuk üniversite önüne yığılmaz, hepsi sınava girmeye mecbur hale getirilmez.
Çözüm isteniyorsa, çözüm çok ama bunu önce anne babaların, sonra da Ankara’nın istemesi gerekir.
Sınav odaklı eğitim, bırakın sosyal adaleti sağlamayı, aradaki derinliği daha da artırıyor. En kötüsü de çocuklarımızı değersizleştiriyor ki buna da hiç ama hiç kimsenin hakkı olmamalı!..
Umut tacirliği daha nereye kadar canımızı yakmaya devam edecek?
Ben anlattım, onlar dinledi, bakalım değişen ne olacak?..
Ya kazanılmasaydı?
22 gün 22 gece süren Haymana Direnişi gerçekleşmeseydi yani Son Kale de yerle bir olsaydı, Ankara düşecek, Eskişehir’de hazır bekleyen Yunan Kralı, Ankara’ya gelecek ve ortada ne TBMM ne de Mustafa Kemal’e duyulan güven kalacaktı.
İş o kadarla da kalmayacak, binlerce yıldır yaşadığımız bu topraklarda sonu olmayan bir maceraya sürüklenecektik. İşte bu yüzden 100 yıl önce yaşananları adeta yok hükmünde saymak, tarihimize karşı yapılan en büyük saygısızlıktır.
Bizi biz yapan değerleri çocuklarımıza bir değil bin defa anlatmalıyız. Belki pek çok kurum bu konuda sınıfta kaldı ama medyanın vurdumduymazlığını anlamak mümkün değil.
Tarihini bilmediğimiz bir coğrafyayı tanıyamayız, işte o sınavlar, bize Tarihimizi, Coğrafyamızı bile unutturdu.
Nasıl mı? LGS ve YKS benzeri sınavlarda Tarih ve Coğrafya soruları yok denecek kadar azaltıldı.
Çocuklarımıza göre, giriş sınavlarında bu kadar az soru soruluyorsa, demek ki ne şanlı tarihimizin ne de jeopolitik coğrafyamızın hiçbir önemi yok?
Yuh olsun hepimize demekten başka içimden bir şey gelmiyor.
Özetin özeti: Tarih ve Coğrafya ile barışmadan eğitimde asli görevimizi yerine getirmiş sayılmayız!..