İTÜ ve ODTÜ ülkemizin en gözde üniversitelerinden ikisiydi ama hemen her konuda kabuğuna çekilmiş durumdaydılar.
Yeni bir heyecana, motivasyona ihtiyaçları vardı, bu uzun süredir dile getiriliyordu ve rektörlerin görev sürelerinin dolması bekleniyordu. Nihayet o gün geldi ve bir süre önce üniversiteyi içine kapatan mevcut rektörlerin ikisi de değişti.
Peki yeni rektörler ne yapar?
Bunu da zaman gösterecek ama üniversitelerimizi çok uzun yıllardır yakından izleyen birisi olarak, her iki üniversitemizin de kısa sürede, çok iddialı bir şekilde yeniden “biz de varız” demeleri hiç de şaşırtıcı olmaz.
İTÜ ve ODTÜ’ye dönem dönem çok iddialı rektörler geliyor, üniversiteyi uçuruyor sonra birdenbire onlar gidiyor, yerlerine çok daha içine kapanık, odasından çıkmayan, hiçbir şeye karışmayan ve adeta o yükün ve önceki rektörlerin altında ezilen isimler geliyor.
Buna bir kez değil, çok kez şahit olduk!
Rektörlerin seçimle geldiği
En temel hukuk kavramlarından biri de “Geciken adalet, adalet değildir” şeklinde. Hukukun üstünlüğü, ancak ve ancak adil, vicdani, hukuki ve bir o kadar da hızlı olduğunda korunabilir.
LGS fen sorusu ile yaşananlar sadece eğitimi değil, hukuku da tartışılır hale getirdi ki, böylesi bir durum keşke hiç yaşanmasaydı.
Okul ve adliye gibi eğitim ve hukuk da asla tartışma konusu haline gelmemeli. Eğitimde son sözü, yargı değil MEB söylemeliydi!
Milli Eğitim Bakanları ya da MEB bürokratları, dünden bugüne ne zaman sıkıntılı bir konu ortaya çıksa, kendileri çözme yerine anında yargıya havale ediyor. Akıllarınca kendilerini sorumluluktan kurtarıyorlar. Oysa sorunun asıl müsebbibi bizzat kendileri. Sorun öğretmenlerimizde mi yoksa bu süreci yönetenlerde mi? Binlerce öğretmenimiz bu sorunun hatalı olduğunu defalarca MEB’e bildirdi ama zerre kadar ciddiye alınmadılar. Şimdi, o itirazları reddeden, o da yetmezmiş gibi “Sorunun iptaline gerek yok” diyen komisyonlara sormak gerekir:
Vicdanınız rahat mı?
Hiç ders almıyoruz
Geçmişte gerekenler yapılmadığı
Günlerdir Malatya’yı yazıyoruz. Aslında Malatya nezdinde tüm depremzede kentlerimizin sorunlarını dile getirmeye çalışıyoruz.
Öylesine büyük acılar yaşadılar ve yaşıyorlar ki yüreğimizi cız ettirdiler. Etmeye de devam ediyor.
Dahası çok daha büyük bir depremin yaşanacağına kesin gözüyle bakılan İstanbul’da oturuyoruz ve benzeri bir felaket ile her an yüz yüze gelmenin tedirginliği içerisindeyiz. Doğal felaketlere engel olamayacağımıza göre onlarla yaşamayı öğrenmemiz ve ona göre önlemler almamız gerektiğini her fırsatta dile getiriyoruz ama ne kadarımız ciddiye alıyor işte o tartışılır.
Başta Malatya ve İstanbul olmak üzere kafamızda o kadar çok sorular var ki kime sorabiliriz denildiğinde akla gelen ilk isim Murat Kurum.
Deprem denildi mi eskiden “Deprem Dede” olarak Ahmet Mete Işıkara akla gelirdi. Şimdi ise özellikle depremzede kentlerde Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ilk sırada geliyor.
İstanbul Belediye Başkanlığı için Bakanlıktan istifa etmesi depremzedeleri hem iş akışı olarak hem de manevi olarak
İçinde bulunduğumuz çağa çok fazla yakıştırma yapıldı. En öne çıkanı “Felaketler Yüzyılı!”
Salgın hastalıklar, deprem, kuraklık, kıtlık, savaşlar ve daha niceleri.
Felaketlerin biri bitiyor, bir diğeri başlıyor.
Önüne geçmek mümkün olmadığına göre onlarla yaşamayı öğrenmek zorundayız.
Peki bu yönde bir çaba var mı?
Keşke gönül rahatlığıyla evet diyebilseydik.
Keşke müfredata “Felaketlere Hazırlık” dersi koyup, yeni öğretim yılını onunla başlatsaydık…
Diğer depremzede kentler gibi Malatya da depreme hazırlıksız yakalandı. Büyük acılar yaşadı, böylesi bir felakete hiç hazır olmadığını gösterdi.
Malatya’yı gezdikçe “akıl tutulması” denilen kavramın ne anlama geldiğini en vurucu bir şekilde çok net anlıyorsunuz. Tarihçiler Bizans’ın düşmekte olduğu son günlerde, imparatorluğun geleceğinden daha çok “meleklerin dişi mi yoksa erkek mi” olduğunun tartışıldığını yazarlar ve ne zaman gündem saptırma ve detaylarda boğulma söz konusu olsa, bu tespiti hatırlatırlar.
Malatya’yı gezerken bu anekdot aklıma geldi. Malatya maddi, manevi, psikolojik çok derin yaralar almış ve onlar hâlâ kentin nasıl ayağa kaldırılacağından çok detaylarla boğuşuyorlar. Bu yüzden de ne sağlıklı bir durum tespiti yapabilmişler ne geçmişten ne de yaşananlardan ders alarak güçlü bir gelecek planlaması yapabilmişler.
Dolular hem de çok dolular ama seslerini bırakın başkalarına, kendilerine bile duyuramıyorlar. Üzerlerinde çok yönlü müthiş bir baskı var. Konuşmaktan korkmuyorlar ama anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılmaktan çekiniyorlar.
Her şeyi içlerine atıyorlar, bu yüzden de psikolojileri alt
Malatya ismi size ne çağrıştırıyor?
Kayısı, kayısı, kayısı…
Oysa öylesine farklı özelliklere sahip ki yaptığınız her ziyarette, attığınız her adımda sizi fazlasıyla şaşırtıyor.
İnönü’nün ve Özal’ın memleketi, en çok profesör çıkartan kentimiz, müzeler kenti, tarihi, turistik yöreleri ve coğrafi işaretli ürünlerinin yanı sıra üniversiteleriyle de ayrıcalıklı bir konumdaydı. Ta ki son depreme kadar!..
Kahramanmaraş dışında Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Adana ve Elazığ’ı da içine alan ve on binlerce vatandaşımızın ölümüne neden olan “asrın felaketi”nde Malatya da derin yaralar aldı.
Ölü sayısı diğer kentlerle kıyaslandığında çok değildi ama çoğu yeni olan binalardaki hasar inanılmaz boyuttaydı.
Binlerce bina anında yıkıldı, binlercesi de ağır hasar aldı. Garip olan ise yaşanan felaketin boyutlarının yerel yöneticiler tarafından kamuoyuna ve özellikle de Ankara’ya yeterince anlatılmaması…
Koordinatör olarak dönemin Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer ve Turizm
Hiç dikkat ettiniz mi? Herhangi birine, biriyle ilgili olarak ya da herhangi bir meslek veya kurumla ilgili olarak sorduğunuz bir soruya aldığınız cevapların ne kadarı pozitif, ne kadarı negatif?
Özellikle de kendi mesleği ve çalıştığı kurumla ilgili sorular yöneltildiğinde!..
Yapılan anketlerde başta öğretmenler ve mühendisler olmak üzere kendi mesleğini çocuklarına ya da başkalarına önerenlerin oranı adeta dibe vurmuş durumda.
Daha pek çok mesleği bu listenin altına ekleyebilirsiniz.
Çalışılan kurumlarla ilgili derecelendirmeler de farklı değil. Çalıştığı kurumdan memnun olan ya da Japonlar gibi işe başladıkları kurumdan emekli olanların oranı ne kadar? Bunların ne kadarı başka seçeneği olmadığı için orada çalışmaya devam etti, ne kadarı sevdiği ve mutlu olduğu için emekli oluncaya kadar farklı bir meslek, farklı bir kurum düşünmedi?
Peki asıl sorun seçilen mesleklerde mi, çalışılan kurumlarda mı, bizlerde mi yoksa sistemde mi?
Gelin bu konuda hep birlikte düşünelim:
- İlgi, yetenek ve hayallerimiz doğrultusunda istediğimiz mesleği seçebiliyor muyu
Birinde uzlaşma sağlanmadan, diğerinde uzlaşma sağlamak mümkün değil.
Daha da önemlisi Anayasa ve eğitim, birbirinin alternatifi değil, tamamlayanıdır.
Birinde sorun varsa, diğeri ne kadar mükemmel olursa olsun, sürdürülebilir olmaz.
Örneğin bugünkü eğitim sistemi, bu haliyle kaldığı sürece, dünyanın en iyi Anayasa’sını da yapsak, işlerliği olmaz.
Neden mi? İyi insan, iyi yurttaş, iyi meslek erbabı yetiştiremiyoruz da ondan.
Anayasaları ya da yasaları değerli kılan onların ciddiye alınması ve hayata geçirilmesidir. Yoksa kâğıda yazılı bir metin olmanın ötesine geçemezler. Tıpkı şimdiki Anayasamız, diplomalar, takdirname ve teşekkür belgeleri gibi…
İşte bu yüzden Anayasa’dan önce eğitim sistemi ele alınmalı, üzerinde uzlaşılmalı ve birkaç yıl sonra her gelen bakanın keyfine göre değiştireceği bir eğitim sistemi değil, tıpkı Batı tipi anayasalar gibi kalıcı bir sistem getirmeliyiz.
Neden eğitim?