Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her birimizin kalbinde ayrı bir yeri var. Onlar mutluysa biz de mutluyuz, onlar huzursuzsa bizim de huzurumuz kaçar. Uzaktaki köyümüz gibidir, gitmesek de, görmesek de kalbimiz oradadır…
1974’ten sonra maddi, manevi, vicdani olarak çok önemli katkılarımız oldu. Olmaya da devam ediyor. Dünya onları tanımasa da biz tanıyoruz. Sonsuza dek de bu böyle devam edecek…
Üniversiteler, KKTC’nin dünyaya açılması için çok önemli bir projeydi, çok da başarılı oldu. Ülke olarak siyaseten tanınmasa da verdiği diplomalar, dünyanın her yanında kabul gördü. Üniversitelere keşke çok daha fazla sahip çıkabilseydik, keşke bu denli sulandırmasaydık. Hâlâ geç kalınmış değil. Sihirli bir dokunuşla, kaliteyi dibe vurduran, bilimsel rekabet yerine ekonomik anlamda birbirinin altını oyan konumdan, tüm adaya rol model olacak bir yapıya dönüşebilirler. Dönüşmeliler de…
Ülkeyi gezerken alışılagelen ya da minik gibi görünen çok önemli
Kıbrıs’ta 1974 Barış Harekatı’ndan sonra pek çok hata yapıldı. KKTC’nin “üniversite çöplüğü” haline getirilmesi de onlardan birisi. Oysa kumarhanelerin değil de eğitimin gücüne inanılsa, adaya doğru düzgün üç-beş üniversite yapılsa hemen her şey bugün çok daha farklı olabilirdi!
KKTC üniversitelerine 40 yıldır gider gelirim, daha önceki cumhurbaşkanlarından birinin, adanın dinamiklerini sayarken üniversiteleri kale almaması yüzünden, olup bitenleri bir süredir uzaktan izliyordum.
Dönemin KKTC Cumhurbaşkanı’na “Öğrenciler adadan gitse geriye ne kalır?” hatırlatması yaptığımda, “Elbette üniversiteler başımızın tacı, onlar her şeyden önemli” dese de görünen o ki, bugün gelinen nokta tam tersi yönde.
Aktif üniversite sayısı 21’e çıkmış, sırada yenileri varmış. Pek çoğu hakkında da farklı söylentiler var. Rol model olması için açılan ODTÜ ve İTÜ kampüsleri bile arzulanan noktanın çok uzağında.
KKTC’nin ilk ve
Toplumda deprem bilincinin oluşması, deprem öncesi ve sonrası hazırlıklı olunması, deprem tehlikesinin kamuoyunun gündeminde kalması amacıyla 1-7 Mart tarihleri arası Deprem Haftası olarak belirlenmişti, bireyleri bilinçlendirmek, afetlere karşı hazırlıklı olmak ve doğru davranış şekillerini öğretmek amacıyla da yoğun bir şekilde kutlanacaktı!..
Peki bunu, ülkenin dört bir yanında ve özellikle de deprem riski olan kentlerimizde yeterince gündeme getirebildik mi? Toplumun her kesimini bu kutlamalara dahil edebildik mi? Okullarda, camilerde, iş yerlerinde, toplu ulaşım araçları ve yaşam merkezlerinde tatbikatlar gerçekleştirdik mi? Depremle nerede, hangi koşullarda yüzleşeceğimizi bilmiyoruz. Evde uyurken de yakalanabiliriz, okulda ders yaparken, iş yerinde çalışırken, AVM’de alışveriş yaparken, camide namaz kılarken ya da metroda, vapurda, otobüste yolculuk yaparken yakalanabiliriz. Her biri için alınacak önlemler de farklı. Bu yüzden her birine ayrı ayrı hazırlanmamız gerekir. 24 saat yayın yapan televizyonlarımız, sosyal medya başta olmak üzere medyanın geneli, yerel
Eğitimin saymakla bitmeyecek kadar farklı amaç ve hedefleri var. Yaşam kalitesi, sürdürülebilirlik ve önemlisi de yaşadığı her anı en verimli şekilde kullanabilecek bireyler yetiştirmektir.
Peki sınav odaklı eğitimle bunu ne kadar başarabiliyoruz?
Örneğin zamanımızı, kaynaklarımızı, enerjimizi ne kadar verimli kullanabiliyoruz?
Zaman konusunda titiz olduğumuzu söylemek abartılı olur. Saniyelerin önemli olduğu çağımızda bırakın dakikaları, saatlerin, günlerin, ayların ve hatta bazen yılların bile önemi yok.
Enerjimizi doğru kullandığımızı söylemek de abartılı olur. İncir çekirdeğini dolduramayacak konuları günlerce tartışıyoruz. Kendimiz ya da ülkemiz için çok önemli konulara ise ya hiç kafa yormuyoruz ya da sürekli geçiştiriyoruz…
İsrafa gelince, bu konuda herhalde bizimle yarışanı zor buluruz. Hemen her konuda “Bugün git, yarın gel mantığı” hakim. Göç yolda düzülür deyip, ne bir planlama yapıyoruz ne de süreci doğru yönetiyoruz.
Zamanımızı, kaynaklarımızı, moral ve motivasyonumuzu hovardaca harcıyoruz. Şaşalı
MEB’den çok büyük reformlar bekliyoruz. Oysa o daha öğretmen sorunumuzu çözebilmiş değil! 100 bine yakın öğretmen, diğer öğretmenler ile birlikte aynı okulda, aynı derse girmesine rağmen, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan asgari ücretin altında bir maaşla çalışıyor. Üstelik kapıda bir milyona yakın öğretmen atama beklerken!..
Ücretli öğretmenlerin pek çoğu ön lisans mezunu. Bazı kentlerde ücretli öğretmen sayısı kadrolu öğretmenden daha fazla. En fazla ücretli öğretmen ise İstanbul’da.
Kimileri bu uygulamaya “taşeron taktiği” diyor ve şöyle devam ediyor:
”Düşük ücret ve mutsuz öğretmen ile nitelikli bir eğitim mümkün değil!..” Peki MEB ücretli öğretmenlik konusunda neden ısrar ediyor?
Onlarınki bir tercih değil zorunluluk!
Maliye’den kadro alabilseler eminim ki bu sorun bugüne kadar bu çoktan çözülmüş olurdu ama elleri kolları bağlı. Aynı hükümetin bir başka bakanlığını hedef göstermemek
Mardin, ülkemizin görülmeye değer en görkemli kentlerinden biri. Tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle, gelenekleriyle ve özellikle de taş işçiliğiyle dünya mirası olmayı fazlasıyla hak ediyor.
Bir milyona yakın nüfusun dörtte biri öğrenci. Üniversitesi, aynı dönemde kurulan diğer üniversitelere göre fazla gelişmese de liseli öğrencileri sorularıyla, donanımlarıyla, üniversiteli öğrencileri aratmayacak bir donanıma sahipti. Milli Eğitim Müdürlüğünün 800 kişilik salonu tıklım tıklım doluydu ve soru sormak için eller hep havadaydı…
Şehre indiğiniz andan itibaren her adımda Aziz Sancar ismiyle karşılaşıyorsunuz. Havalimanının ismi de Aziz Sancar, pek çok okulun, caddenin, parkın, kültür merkezinin adı da Aziz Sancar’dı…
Sancar, Nobel Ödülü aldıktan sonra ülkemizin dört bir yanına ziyaretler yaptı. Hatta nerede bizden birileri varsa o ülkelere de gidip konferanslar verdi.
Memleketi Mardin’e kaç kez geldiğini sordum. “Hiç gelmedi” yanıtı
Adana her zaman farklıydı ama karın, kışın kenti esir aldığı İstanbul’dan sonra çok daha güzel geldi. Çukurova Üniversitesi de öyle. Her gelişinizde farklı bir sürpriz sizi bekliyor. Kampüs her zamanki gibi harikaydı. Yeni rektörle yeni bir heyecan gelmiş, kabına sığmayan iletişim fakültesi de heyecanını hiç kaybetmemiş…
Üniversitenin bugünlere gelmesinde çok büyük katılıkları olan ve hem üniversitede hem de kentte hemen herkesin saygıyla andığı Kurucu Rektör Rahmetli Mithat Özhan’ın adını taşıyan salonda bir kez daha öğrencilerle geleceği konuştuk. Aynı salonda daha önce de hem söyleşi hem de Genç Bakış için öğrencilerle, hocalarımızla defalarca bir araya gelmiştik. En ilginci başta Rektör Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş olmak üzere, pek çok hocamızın üniversiteye hazırlandıkları yıllardan bugüne yazılarımızı, yaptıklarımızı yakından takip ediyor olmalarıydı. Milliyet olarak eğitimde adeta kurumsal bir hafıza haline gelmenin gururunu yaşadık…
“Gazeteciler tarihin tanıklarıdır” denir, bizimki
Akademik donanımları birbirinin aynı olan birini seçmeniz gerekirse artı özellik olarak önceliğiniz ne olur?
Örneğin pratik zekası mı, sorun çözme yeteneği mi, ekonomiye olan ilgisi mi, sportmen olması mı, sanata duyduğu ilgi mi, doğaya saygısı mı, insanları sevmesi mi?..
Bu konuda yapacağımız seçimin özelliğine ya da aradığımız kriterlere göre yüzlerce madde daha sıralayabiliriz. Önemli olan belirlenen kriterler dışında sizi en çok etkileyen ya da etkileyecek olan ne? ”Temel bilimlerde, örneğin fizikte araştırma yapacak bir grup öğrenci seçmeye kalksam (hepsinin okuma ve matematik yeteneği testleri eşit düzeyde olduğu takdirde) kesinlikle rock müzik dinleyenleri seçerdim, klasik müzik değil!”
Yukarıdaki paragraf ilginç hem de çok ilginç.
Müzik dinliyor olması yetmiyor. Daha da detaya giriyor ve ille de “rock müzik” diyor.
Benzer yaklaşım hemen her alanda söz konusu. Sporun her türlüsü değil kimileri için takım sporları, kimileri için bireysel sporlar, kimileri için de doğa sporları