Daha düne kadar üniversiteli olmak, gelecek için en büyük referanstı.
Sırf bu yüzden, anne babaların çocukları için yapmadıkları fedakârlık kalmadı, öğrenciler de çocukluk ve gençliklerini heba ettiler.
Peki, mükâfatı ne oldu?
İşsizlik, işsizlik, işsizlik...
Şu anda işsizlik sıralamasının en tepesinde üniversite mezunları geliyor.
Onca fedakârlığın ödülü işsizlik olunca, üniversiteye olan talep sanki bir anda cazibesini yitirdi.
Birinci yerleştirme sonrasında üniversitelerde 68 bin kontenjan boş kalmıştı. Ama asıl şok, kazandıkları halde üniversiteye kayıt yaptırmayan öğrencilerde yaşandı.
Ankara Üniversitesi İnkılâp Tarihi Enstitüsü öncülüğünde bu yıl 5’incisi gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi ve Haymana Sempozyumu’nda yine bir tarih şöleni yaşandı.
Bu yıl uluslararası boyuta taşınan sempozyumda, Haymana’nın milli mücadeledeki konumunun yanı sıra, 15. Yüzyıl sonrası Osmanlı’daki yeri ve önemi de ele alındı.
Peki, Haymana’nın dolayısıyla Ankara’nın kaç bin yıllık bir geçmişi var ki, 5 yılda daha yarısına bile gelinemedi?
Tarihin içine girildikçe çıkılamayan bir derya kuyusu olduğuna dün bir kez daha tanıklık ettik.
Haymana’nın tarihi derinliğini araştırmak, bir sonraki sempozyuma kaldı ama Milat’tan 2 bin yıl öncesine kadar uzandığı, özellikle vurgulandı...
Konu Ankara ve Ankara’nın başkent oluşu değildi ama satır aralarında söylenenler enteresandı.
Mustafa Kemal, Ankara’yı Başkent olarak seçerken, bu en az 3 bin yıllık, stratejik önemini, konumunu ve kültürel birikimini göz önünde bulundurdu denildi...
Neden Haymana?
G20 Zirvesi nedeniyle dünyanın gözü kulağı Çin’de.
Olup bitenleri, tam 5 bin gazeteci izliyor.
Konuşulanlar, yaşananlar ve alınacak kararlar, Batılı yayın organlarının manşetlerinde...
Peki ya bizde?
Dünkü gazetelerin neredeyse hiçbirinde zirve ile ilgili tek satır haber yoktu.
Sanki dünya liderleri orada değil, sanki dünyanın geleceği orada konuşulmuyormuş gibi!..
Bakalım bugün neyle karşılaşacağız!..
Çin’de de yine iç siyasete yönelik sorular sorup, iç siyasete yönelik söylemleri mi öne çıkartacağız!
Dünyanın neresinde bir bebek doğarsa doğsun o bizi sevindirmeli, zamansız ölümü de üzmelidir.
Yoksa insanlığımızdan şüphe eder hale geliriz.
Dünyanın kaderini, yarın, kimin, nasıl şekillendireceği hiç belli olmuyor.
İşte bu yüzden, nerede doğarlarsa doğsun, onlara aynı şefkatle sarılmak zorundayız.
Yoksulluk, cehalet ya da savaş ortamında doğmak onların kaderi olmamalı.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), biraz da bu yüzden kuruldu.
Dünya çocuklarını korumak ve yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla çabalıyor ama gelinen nokta hâlâ umut verici değil!
190’dan fazla ülkede, sadece güç durumdaki ve dışlanmış çocukların değil, tüm çocukların yararını gözetmeye çalışıyorlar.
Türkiye gibi nüfusunun dörtte biri öğrenci olan ülkeler için eğitim ciddi bir sorun. Hem de çok ciddi. Çünkü eğer eğitimde taşlar yerli yerine oturmadıysa ne demokrasiniz, ne insan haklarınız, ne yargınız, ne de ekonominiz, kısacası hiçbir şeyiniz doğru düzgün işlemiyor demektir!
Onlar olmayınca da saygı, sevgi, hoşgörü, aidiyet, ehliyet, hiçbir şeyin anlamı kalmıyor...
Ülkelerin rejimleri ve yönetim şekilleri ne olursa olsun, eğitimin öncelikli amacı, kendi anayasaları doğrultusunda bir yurttaş ve evrensel saygılı bireyler yetiştirmektir.
Temel Eğitim Kanunu’muza göz attığınızda da, benzeri ilke, hedef ve yaptırımlar görürsünüz.
Peki, o zaman ülkesiyle gurur duyan, yüreği ülkesi için çarpan, ülkem ne kadar güçlüyse ben de o kadar güçlüyüm diyen, sevinçte ve tasada aynı duyguları paylaşan, vergi kaçırmayı, sırt üstü yatmayı, var olan kaynakları hoyratça tüketmeyi en büyük ayıp sayan bireyler yetiştirebiliyor muyuz?
Keşke gönül rahatlığı ile evet diyebilseydik...
Peki, onu diyemiyorsak, çocukluklarını, gençliklerini yaşatmayıp test manyağı haline getirdiğimiz çocuklarımızın, eğitim kurumlarımızın, üniversitelerimizin akademik ve bilimsel çalışmalarıyla gurur duyabiliyoruz muyuz?
Bu soruya
Nedense tarihi sadece dizilerden takip ediyoruz.
O da anlattıkları kadar!
Hele ki yakın tarihimizi!
30 Ağustos’u iliklerine kadar hisseden birisini bulursanız, durdurun ve anlından öpün.
Hani, hep bir üst kimlik arıyoruz ya, 30 Ağustos’tan daha önemli bir ortak paydamız olabilir mi?
Eğer 30 Ağustos olmasaydı, bugün bu tartışmaların hangi birini yapıyor olurduk?..
Birileri bizi ısrarla tarihimizden ve köklerimizden uzaklaştırmaya kalksa da, ne olur, bu tuzağa düşmeyelim.
Tercih sürecindeki en büyük ikilem, üniversite mi yoksa meslek mi konusunda yaşanıyor. Peki, hangisi daha önemli?
Kimilerine göre marka bir üniversite olsun da hangisi olursa olsun. Kimilerine göreyse, önemli olan meslek, o fakülteye girsin de Türkiye’nin neresi olursa olsun, hiç önemi yok.
Bazıları için de ne mesleğin ne de üniversitenin bir önemi var. Onlar için önemli olan yaşanılacak kent. O kente gitsin yeter, gerisi hiç önemli değil.
Bir de ailesinin bulunduğu kentten yani evden uzaklaşıp özgürlüğüne kavuşmak isteyenler var ki, onlar için hiçbir şeyin önemi yok.
Tek istekleri var, o da bir an önce evden uzaklaşmak! Garip ama bu gruba girenlerin sayısı her geçen gün artıyor... Üniversite adayları içerisinde, hele ki, bu şansı, ek yerleştirmede yakalamaya çalışanlar, ne istediklerini çok iyi bilmek zorundalar. Çünkü bu kez de üniversiteli olamazlarsa, en az bir yıl, belki de çok daha fazla beklemek zorundalar...
Bu noktada adaylara, özellikle de farklı kentlere gitmeyi düşünen adaylara önerimiz, barınma ve sosyal çevre konusunu enine boyuna düşünmeleri. Aileden uzak yaşamanın, hele ilk kez ayrılıyorlarsa, o kadar da kolay olmadığını mutlaka göz önünde bulundurmalılar...
S
Yüz binlerce genç için en önemli sorun, üniversiteyi kazanmak gibi görünse de çok daha önemlisi barınma ve özellikle de burs!
Burs yani mali destek bulamadığı için hemen her yıl on binlerce gencimiz öğrenim hayatını yarıda bırakıyor. Ya da çok zor koşullarda öğrenimini sürdürmeye çalışıyor...
Oysa onlar bizim geleceğimiz.
Onları ihmal etmenin bedelini 15 Temmuz’da ödedik.
Çok uzun yıllar, gençlerimize yurt yapmadık, burs vermedik. Şer odaklarının kucağına düşmelerine seyirci kaldık. Ama artık buna son vermek zorundayız.
Devletin verdiği burs olanakları çok kısıtlı. Sivil toplum örgütlerinin ya da hayırseverlerin verdikleri burslar da devede kulak kalıyor.
Önce bu rakamları revize etmemiz, sonra da birkaç yıl içerisinde yurt ihtiyacını tümüyle karşılamamız gerekiyor.
Türkiye’nin sahip olduğu olanaklar ve geleneksel hayırsever yapımız, şu anda verilen bursların rahatlıkla 100 katına çıkmasına olanak sağlayabilir. İnşaat sektöründe geldiğimiz nokta da, yurt ihtiyacını en kısa sürede ortadan kaldırmaya yeter de artar!..