31.08.2021 - 12:33 | Son Güncellenme:
Yasemin Şener yaseminsener@prchitect.com
İnsanoğlu yaşam izini suyun varlığı ile sürmeye başlar. Çünkü su hayatın başlangıç noktasıdır. Belki de bu yüzden Mısırlılar için Nil’in, Asurlular için Fırat’ın, Hintliler için Ganj’ın kutsal olması, bu nehirlerde yıkanarak günahlarından arındıklarına inanmaları hiç de tesadüf değildi. Çin kökenli 5000 yıllık mekan düzenleme sanatı adını “rüzgar ve su” anlamına gelen “Feng Shui”den alması ve doğayla uyum içinde yaşamı öngören bu yerleşim öğretisinin yaşam enerjisi Ch’i’yi taşıyan ana elementlerden ikisi olarak kabul edilen rüzgar ve su üzerine kurulu olması da…
Tarih boyunca su yalnız inançlarımızda başrolü oynamakla kalmadı, yaşam alanlarımıza ve hayatımızı kolaylaştıran yapılara ve araçlara da biçim verdi. İnsanoğlu varoluşundan bu yana suyun üstünden geçmek için köprüler, kenarında yaşamak için yalılar, üzerinde dolaşmak için gemiler, kıyılarına yanaşmak için limanlar, gücünden yararlanmak için barajlar, temizlenmek için hamamlar, şifa bulmak için kaplıcalar, seyretmek ve serinlemek için havuzlar, yolunu aydınlatmak için deniz fenerleri, dalgasından korunmak için dalgakıranlar yaptı.
Suyla buluşan mühendislik…
Romalılar döneminden beri su, yapılara hayat veren, anlamını ve etkisini artıran bir ek olarak kullanıldı. İmparator Nero bu yönüyle pek tanınmasa da tarihte mimaride su öğesini en büyük ölçüde kullandıran devlet adamlarından biriydi. “Golden House” adı verilen sarayının bahçesine neredeyse göl denebilecek kadar büyük havuzlar yaptırmış, yapıları da bu havuzun etrafına inşa ettirmişti. Büyük yangından sonra Roma’nın neredeyse merkezine inşa edilen Domus Aurea’nın en abartılı unsuru olarak görülen bu göl, Nero’nun intiharından sonra düşmanları tarafından yok edildi. Rivayete göre ünlü Colosseum binası bu gölün arazisi üzerinde yükseldi.
Su ve mühendislik Roma İmparatorluğu mimarisinin vazgeçilmez parçalarıydı. Suyun üzerinde inşa edilen büyük taş köprüler, kente suyu getiren su kemerleri ve görkemli çeşmeler, dev su kapasiteleriyle günlük yaşamın odak noktası olan hamamlar bu birlikteliğin en etkileyici eserleri oldu. Zengin Romalıların evlerinde ise su tanrısına adanmış çeşme ve havuzdan oluşan “nymphaeum”, evlerin girişinde yer alan yağmur suyu havuzu “impluvium” ve su sarnıçı “compluvium” bulunurdu.
Zaman içinde teknolojinin ve yaşam biçimlerinin değişmesiyle suyla ilişkilendirilen yapıların kimileri ya yok oldu, ya da şekil değiştirdi. Antik Roma mimarisinin en önemli yapılarından biri olan hamamlar gimnazyumları ile birlikte adeta bir sosyal merkez konumundaydı. Bizans döneminde yok olmaya yüz tutan hamamlar, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı zamanında sosyal işlevlerini sürdürmeye devam etti. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Avrupa’daki gücünü yitiren Romalıların su mühendisliği ile ilgili yetenekleri İslam dünyasında da Elhamra’dan Taj Mahal’e sayısız örnekle aynı duyarlılıkta geliştirilerek devam ettirildi.
Su kemerleri İtalyan Rönesans’ında adeta altın dönemini yaşadı. 16. yüzyılın ortalarında inşa edilen Villa d’Este’nin şiirsel bahçesindeki su fıskiyeleri, yapay şelaleler, çeşmeler, havuzlar ve su oyunları o dönemde suyla biçimlenen hayal gücü ve mühendisliğin boyutlarını en iyi şekilde ortaya koyuyordu.
Osmanlı mimarisinde suyun sesi ve yarattığı serinlik de büyük önem taşıyordu. Topkapı Sarayı’nın Arz Odası’nda kullanılan çeşmeler konuşmaların duyulmaması için sesten bir izolasyon duvarı yaratıyordu. M.Ö. 200 ile M.S. 300 yılları arasında Anadolu ve Ege’de kurulan tarihteki ilk hastanelerde ise suyun şifa veren özelliğinden yararlanılmaya başlandı. Bergama’daki Asklepion hastanesi başta olmak üzere Anadolu ve Trakya’daki şifahanelerde suyun iyileştiren, dinlendiren ve rehabilite eden etkilerinden yararlanılıyordu.
Suyun toplandığı yerden kente aktarılmasını sağlayan su kemerleri ve suyun kent içindeki dağıtımını üstlenen çeşmeler ise Osmanlı mimarisinde özellikle de Lale Devri’nde oldukça görkemli yapılara dönüştü.
Suyun üzerinde biçimlenen yapılar
Su kara parçalarını birbirinden ayırdığı için karşıya geçme ihtiyacına çözüm olarak köprüler yaratıldı. Köprüler bu kritik ulaşım değerleri nedeniyle her zaman çok önemli ve stratejik değerler üstlenmiş yapılar oldu. 20. yüzyıla kadar daha çok birer mühendislik ürünü olarak görülen köprüler günümüzde giderek Santiago Calatrava gibi ünlü tasarımcıların daha çok ilgi duyduğu bir tasarım konusu haline gelmeye başladı.
Suyun mimarinin içinden aktığı en çarpıcı örneklerden biri ise Frank Lloyd Wright’ın 1939 yılında tamamlanan ve Pennsylvania, Ohiopyle’de şelale üzerine konumlanan efsanevi “Şelale Evi”dir. Organik mimarinin en iyi örneklerinden biri olarak tanımlanan ve Edgar J. Kaufmann için inşa edilen “Şelale Evi” içinde konumlandığı doğa parçasıyla gerçek bir bütünlük ve uyum sergiler.
Suyun üzerinde inşa edilen bir diğer önemli yapı ise “Sydney Opera House” binasıdır. 1956’da uluslararası yarışmada birincilik ödülü kazanan, inşaatı ise ancak 1973 yılında tamamlanan Jorn Utzon ve Ore Arup imzalı yapı, yapay bir platform üzerinde yükselerek, limanda yelkenlerini açmış dev bir tekneyi çağrıştırır.
Tadao Ando’nun 2001’de tamamlanan Osaka’daki “Sayamaike Müzesi” ise suyun mimarideki efektif kullanımının en iyi örneklerinden biridir. Asymptote’un Hollanda’daki Shiphol Havalimanı yakınlarında bir göl üzerinde inşa edilen belediyeye ait pavyon yapısı da yapım teknikleri, malzeme seçimi ve mimari tasarımı ile hem gemi güvertesine hem de uçaklara gönderme yaparak, suyla biçimlenen mimarinin çağdaş örneklerinden birini teşkil eder.