30.03.2025 - 16:54 | Son Güncellenme:
Ebru Şevli
EBRU ŞEVLİ- Öncelikle çatısı altında mimari pratiğinizi sürdürdürdüğünüz ve kurucusu olduğunuz Elemental’in isminden başlamak istiyorum. İspanyolca’da “elemental,” “temel” olan anlamına geliyor. Gerekli, güçlü, esas gibi anlamları da var. Bu isim seçimi, tasarımlarınız ile oldukça uyumlu görünüyor. Ayrıca önerdiğiniz konut üretim sistemini de “incremental”; yani “aşamalı,” “kademeli” olarak adlandırıyorsunuz. Bu da temel olanı merkeze alan bakışınızın bir uzantısı gibi görünüyor. Elemental’in çıkışını anlatabilir misiniz? Bir projede sizin için esas olan nedir ve yeni bir tasarıma başladığınızda temel olanları nasıl belirlersiniz?
ALEJANDRO ARAVENA- Alejandro Aravena O zaman isimden başlayalım: Bu isim sosyal konut kavramının etrafındaki hisleri ve atmosferi değiştirme ihtiyacından doğdu. 2010 yılının Şubat ayında (1) çalışmaya başladığımız zamanlarda, sosyal konut üzerine çalışmak bir mimar olarak başarısız olduğunuzda yapacağız bir şey olarak algılanıyordu. Eğer başarılıysanız kurumsal binalar, enstitü binaları ya da müzeler tasarlardınız. Bu konunun uç noktalarından biriydi. Diğer tarafta ise, sosyal konut üzerine çalıştıkları için ahlaki bir üstünlük iddia edenler bulunuyordu. Onlara göre, bu konuyu çalışanlar daha iyi insanlardı. Bu yüzden ahlaki ve etik nedenlerden dolayı sosyal konut üretmenin bir zorunluluk olduğunu söylüyorlar; her kim sosyal konut üzerine çalışmıyorsa onların kendileri kadar iyi insanlar olmadıklarını öne sürüyorlardı. Biz bu iki uç noktadan da kaçınmak istedik. Elemental, sizin de belirttiğiniz gibi İspanyolca’da “temel olan”, hatta bundan da öte, azaltılamaz olan anlamına geliyor. Ondan bir şeyler eksiltemezsiniz, çünkü o zaman yok olur.
Bu yüzden yeni bir projeye başlarken ya da bir sorunu çözerken elzem olan ile onun dışında kalanı, esas olan ile gereksiz olanı, kesin bir şekilde konunuzla ilgili olanla olmayanı ayırdığınızda artık hareketiniz, dinamiğiniz zaten azaltılamaz olana doğru yönelmeye başlıyor. Ve sosyal konut söz konusu olduğunda bu bir tercih olmuyor, yapmak zorunda oluyorsunuz. Yalnızca en temel olanları icra etmek haricinde hareket etme alanına sahip olmuyorsunuz. O yüzden, bu alana iletişim kurarak dahil olmak istedik. Zaten diğer mimarları ve öğrencileri de davet etmek isteyeceğimizi biliyorduk. Karşınızda zor sorular olduğunda, ihtiyacınız olan şey profesyonel bir kalitedir, hayır işi değil; özellikle bu gibi sosyal ve politik etkisi olan sorunlar söz konusu olduğunda.
Evet, teşebbüs ettiğimiz şey mümkün olduğunca uyumlu ve hassas bir tasarım yaklaşımını yine aynı hassaslıkta bilgi birikimi gerektiren bir profesyonel tavır ile birleştirmekti. Ayrıca “kademelilik” (incremental) kavramından bahsettiniz; bu saf faydacılık ile ortaya çıktı. Kanıtlara baktığımızda, kamu kaynakları ile sağlanabilecekler yeterli değildi. İstemesek de, aileler onlara verilen konutları genişleteceklerdi. Büyüteceklerdi, bu olacaktı. Biz de, en azından bunu tasarıma erkenden dahil etmemiz gerektiğini düşündük. Diğer türlüsü, ne olursa olsun yaşanacak bir gerçeğe sırt çevirmek olacaktı. Ama aynı zamanda bunun belki de sorunun değil, çözümün bir parçası olabileceğini düşünüyorduk.
Gecekondu mahallelerinde karşılaştığımız, enformel ya da kendiliğinden inşa edilmiş olanı genellikle kaotik bir şey olarak görme eğilimine sahibiz. Düzensiz oldukları bir durumda, bireysel hareketlerin toplamı her ne kadar iyi niyetli olsalar da ortak bir iyiyi garanti edemez. O yüzden bu bakışın biraz doğruluk payı bulunuyor. Ama aynı zamanda, devletten, özel sektörden ya da profesyonellerden bir yardım gelmediğinde bile insanların başlarını sokabilecek bir çatı inşa etme becerisine sahip olduğunu kanıtlayan muhteşem bir kapasiteyi de gösteriyor. Biz de, erişilebilir kaynakların yeterli olmadığını bilerek bu büyük gücü kanalize etmek istedik. Eğer ikisini birleştirirseniz; ilk gün sağlayabildiklerinizle zaman içerisinde başarıya ulaşabilecek bir açık sistem ortaya çıkıyor. Yani bu, azlığa karşı bir strateji. Yan etkisi olarak da bizim asıl niyetimiz olmayan bir şey sunuyor: Bu sistem, insanlara kendi ihtiyaçları doğrultusunda ölçek, maliyet, ya da ekonomik araçlar yüzünden jenerik olan çözümleri özelleştirme imkanı veriyor. Her bir aile için özel olarak şekillendirilmiş çözümler üretmek neredeyse imkansız. Ama eğer doğru altığı sağlarsanız, bu doğal olarak gelişebilir; çünkü aileler kendilerini herhangi bir profesyonelin tanıyabileceğinden daha iyi tanıyorlar. Yani bu ikisini birleştirdiğimizde, azaltılamaz olan anlamında “temel” kavramıyla “kademelilik” kavramı bir araya geldiğinde, bir ailenin, müşterinin ya da kuruluşun tek başına verimli bir şekilde yapamayacağı bir şey sağlamış oluyorsunuz.
EŞ Şimdi buradan 2016 yılında küratörlüğünü üstlendiğiniz Venedik Bienali Mimarlık Sergisi’ne geçmek istiyorum. Bienal metninde bahsettiğiniz, benim de dikkat çekmek istediğim iki konu bulunuyor. İlki; mimarlığın bugün sahip olduğu kapsamın var olan sınırların ötesine çıkmasını; sosyal, politik ve çevresel konular konusundaki endişeleri paylaşması gerektiğini söylüyorsunuz. Bu alanları “cepheler” ve burada yapılacakları da “verilmesi gereken savaşlar” olarak tanımlıyorsunuz. Bienalin üstünden geçen on yılın ardından bu savaşlar nasıl gidiyor? İkinci konu da arkeolog ve merdiven hikayesi; bundan da biraz bahsedebilir misiniz?
AA Bunlar hareket halindeki hedefler. On yıl önce cephe olarak tanımladıklarımız sürekli olarak değişiyorlar. Onları iyi ya da kötü bir şekilde ele almış olabiliriz, ama her durumda yeni cepheler belirmeye devam ediyor. Kimin ön safhada olduğunu, bilgiyi ürettiğini ya da yeni araçlar ürettiğini tanımlamak aslında o cephelerde hiç bitmeyen savaşın ta kendisi. Cephe diyorum, çünkü mimarlığı şekillendirmekte olan güçler genelde ona ters yönde etki eden güçler olma eğilimindedir. Yani bazen çelişkilidirler. Sürtünme yaratırlar. Bu yüzden, bu bir savaş, ama nazik bir şekilde çözülmesi gerekiyor. Böylece ortaya çıkan şey aktif güçlerin gerilimini yansıtmayacak.
Kullandığımız, merdiven üzerindeki arkeolog imgesinin yapılı çevreye karşı olan bakış açısını yansıttığını düşünüyorum. Arkeolog, Nazca Çizgileri üzerine çalışıyordu (2). Şimdi merdiven üzerinde duran arkeoloğu, etrafta neler olduğunu anlamaya çalışan bir mimar ile; Nazca Çizgileri’ni de insanların yaşadığı yerler ile değiştirdiğimizi hayal edelim. Bu imgeye baktığımızda, çıkarılacak bir sürü ders görüyoruz. Öncelikle, merdiven oldukça hafif ve ucuz. Daha fazla kaynak olmadığından değil, ama bu yapılı çevrenin koşullarından birisi olabilir. Genelde kıtlığın var olduğu koşullarda çözümler üretmemiz gerektiğinden bahsetmiştik. Bu yüzden, kıtlığın bir şeyler yapmamak için bir neden olarak öne sürülmemesi gerekiyor. Merdivenin hafif olması, onun taşınabilirliğini sağlıyor. Böylece arkeolog farklı bakış açıları kazanmak için etrafta merdivenle birlikte hareket edebiliyor; seçtiği araç bunu mümkün kılıyor. Yani bu işlevsel bir araç, amacın kendisi değil. Daha büyük bir amacı başarmak uğruna kullanılıyor; bu da çizgilerin anlamlarını ortaya çıkarmak. Üçüncü bir konu daha var; arkeolog belirli bir yükseklikte bulunuyor. Zemin seviyesinden baktığında yalnızca moloz ve taşlar görüyor, bunların bir anlamı yok gibi duruyor. Ancak bir yüksekliğe çıktığında ve belirli bir bakış açısı kazandığında figürler ortaya çıkmaya, anlam kazanmaya başlıyor. Herhangi bir vatandaş için anlamı olmayan şeyler, profesyonel bir bakış açısıyla bakıldığında anlam kazanır; orada bir düzen kavramı belirir. Doğru bakış açısını bulmak bizim için de öğrenilmesi gereken bir konu. Ama ayrıca, arkeolog orada arabayla da dolanıyor olabilirdi ve bu yüzden çalışma nesnelerine zarar verebilirdi. Yani aslında başta bahsettiğimiz hareketli hedeflere çok hassas bir şekilde çizilen paralellikler bulunuyor; arkeolog da sürekli hareket etmeli ve her zaman farklı yerlerden bakıyor olmalı. Aynı zamanda, samimiyetle, özenle ve kıtlık koşullarına uyum sağlayarak zekice ve yaratıcı şekilde hareket etmeli. O yüzden bu imgenin çok güçlü olduğunu düşünüyorum, ama aynı zamanda çok da basit.
EŞ Mimarlığın sosyal boyutunu sıklıkla tartışıyoruz. Genelde mimarların ve kent plancılarının “Dünyayı biz kurtaramayız” gibi söylemleri oluyor. Bence, hiçbir şey yapmamak ve dünyayı kurtarmak arasında oldukça geniş bir gri alan bulunuyor. Siz kendinizi bu spektrumun neresinde konumlandırıyorsunuz? Krizin ortasında mimarlıktan ne beklenebilir?
AA Öncelikle “hiçbir şey yapmamak” ile başlayalım. Biz Elemental’i bir “do tank” olarak adlandırıyoruz, “think tank” olarak değil. Yine sosyal konut üzerinden örneklendireceğim ancak söyleyeceklerim yapılı çevrenin tamamı için geçerli. Kısıtlandığınız koşullarda sosyal konut üretmek çok zor. Bu muhtemel yaklaşımlardan biri ve “asil” ya da “yeterince iyi” olmadığını çok duyuyoruz. Yeterince iyi olmayan koşullarımız var, o halde onları değiştirmemiz gerekiyor. Eğer var olan politikaların içerisinde çalışmayı kabul ederseniz o zaman da sistem için kullanışlı hale geliyorsunuz. Bu durumlarda oyunun kuralları ya da kısıtlar değişene kadar hiçbir şey yapmamayı tercih eden kişiler bulunuyor. Biz onlar değiliz. Eğer Şili’de, görece küçük ve yoksul bir ülkede politikaların değişmesini beklerseniz, her sene binlerce konutun inşa edilmesi gereken şehirlerde o konutlar bir şekilde inşa edilecekler. Bu zamana kadar şahit olduğumuz tüm kusurlarla, vasat bir şekilde inşa edilecekler. “Hiçbir şey yapmamaktan daha iyi bir şey yapabilir miyiz?” İşte bu soru bizim ana yaklaşımımızı belirliyor diyebilirim. Özellikle çalışmaya gönüllü olduğumuz kısıtlı koşullarda.
Hiçbir şey yapmamakla kıyaslandığında her şey en iyi koşullarda olmayabilir. Ama yine, bu sizi her yönden eleştiriye maruz bırakan bir durum. Çünkü eğer bir şey yapıyorsanız, oyunun kurallarının ya da hangi sistem geçerliyse o sistemin suç ortağı olursunuz. Ama ne yaparsanız yapın, yeterince iyi olamaz. Her zaman aralarda bir yerlerde kalırsınız. Eğer yaptıklarımız bu zorlu savaşları 51’e 49 kazanıyorsa, o zaman yine de onu yapmak konusunda kararlıyız. Ama 49’a 51 kaybediyorsak, o zaman şunu söylemeye hazırız: “Eğer en ufak bir katkı bile sağlamayacaksak o zaman hiçbir şey yapmamak daha iyi olabilir. Belki başka zaman.” Demem o ki, aktif güçlerin karmaşıklığının farkındayız ve ters tarafa doğru sürükleyen bu kuvvetlere tasarımın gücüyle çıkmazları çözerek yanıt vermeye çalışıyoruz. Yani, aslında ikilemlerden bahsediyorum.
Dünyayı kurtarmak gibi bir amacım yok, ama bu hiçbir şey yapmamak anlamına da gelmiyor… Hiçbir şey yapmamanın diğer ucu “mükemmel bir çözüm sunmak” olurdu. Ama bir bağlamda çalışmayı kabul ettiğinizde, ki bu bağlam doğası gereği kontrolü kaybetmenizi gerektirir, mükemmeliyet diye bir şey var olamaz. Var olan şey, güçlü bir sonuçtur. Yani, mükemmeliyetten güçlü bir sonuca doğru bir kayma yaşadık. Bu, bir eskiz yapmak gibi. Örneğin, bir eskizin projenin başında yapıldığını hemen anlayabilirsiniz. O eskiz, çözmeye çalıştığınız şeylerin tüm gerilimini, yaratıcı tansiyonunu içerisinde barındırır. Belki mükemmel değildir, hatta güzel bile olmayabilir ama güçlüdür. Bunu, mimarların bazen proje bittikten sonra yaptığı eskizlerle kıyaslayabilirsiniz. O tür eskizler bir jest gibi görünür; belki mükemmel ya da estetik olarak güzeldirler ama güçten yoksundurlar. Bu güçlü durum aslında yaşamla bağlantılı bir şey. Sonuçta, hayat da böyle. Projeniz hayata geçtiği anda, o proje mümkün olan en canlı haliyle var olur. Ama eğer bir şey yaparak süreci ateşleyebilir ve en azından bir sonraki aşamaya taşıyabilirseniz, yeterince “canlı” hale getirebilirseniz, o zaman yapılmasının bir anlamı vardır.
EŞ Mimarlık toplum tarafından genellikle karmaşık ve anlaşılması zor olarak görülüyor; kullanılan jargon ise çoğu zaman halkı dışarıda bırakıyor; siz de konuşmanızda buna benzer bir noktaya değinmiştiniz. Gerçek anlamda demokratik bir mimarlık, yalnızca fiziksel mekanlar aracılığıyla değil, aynı zamanda sözlü ve yazılı biçimleriyle de anlaşılabilir olmalı. Katılımcı yaklaşımlarınızda insanlarla anlamlı diyaloglar kurarken başvurduğunuz temel stratejiler neler?
AA Bence bu çok doğru. Aslında, genel bir tutum, ama yine de daha çok sosyal konut üzerine konuşacağım, çünkü bu durum diğer alanlar için de geçerli olsa da özellikle burada belirgin. Doğal bir şekilde yukarıdan aşağıya işleyen bir yaklaşım eğilimi var. İnsanlara tepeden bakan bir anlayış hakim: “Ben, onların bilmediği bir şeyi biliyorum, bu yüzden benim söylediklerimi sorgusuz sualsiz kabul etmeliler.” Ya da “Önce gidip kendilerini eğitsinler, sonra ancak konuşabiliriz.” Bu, oldukça tipik bir tutum. Ben de böyle bir eğitim aldım. Belki bilinçli bir şey değildi ama mimarlık eğitimi içinde örtük bir kural olarak vardı; daha yüksek bir platformdaydık. “Ben, başkalarının bilmediği şeyleri biliyorum. Eğer beni anlamıyorlarsa, bu onların sorunu, benim değil.” İşe önce bu anlayışı silerek başlamamız gerektiğinin farkındayız. Çünkü sürecin içinde yer alan dinamiklerin, tasarımın tek başına sunabileceğinden çok daha büyük olduğunu anladığınızda, bunlar insana alçakgönüllülüğü öğreten kuvvetler haline geliyor.
Biz, çok daha büyük olan şeyleri yönlendirmeye çalışıyoruz: İnsanların kendi kendine örgütlenme kapasitesini, duygularını, ihtiyaçlarını, arzularını ve öfkelerini. Ama aynı zamanda siyaset, ekonomi ve çevre gibi konular da var. Bunlar bizden çok daha büyük. Dolayısıyla, kendimizi kandırıp daha yüksek bir platformda olduğumuzu iddia etmenin hiçbir anlamı yok, çünkü bu doğru değil. Fakat bunun tam tersi bir yaklaşım da sorunlu. Yani, yapay bir alçakgönüllülükle, suçluluk duygusuyla hareket etmek ya da “Bunu halk söyledi, o halde kutsaldır ve ne isterlerse yapacağım.” anlayışıyla yaklaşmak da doğru değil. Halkın onaylamasıyla kutsanmış bir süreçle hareket etmek yanıltıcı olabilir. Bazen karmaşık soruların sezgilere aykırı çözümleri vardır. Ve işte bu noktada, bizim çalışmamız ve sahip olduğumuz bilgi devreye girer; çünkü biz, başkalarının sahip olamadığı bir bilgi birikimine sahibiz. Ben, kendi alanımda eğitim almış olmaktan dolayı ne utanacağım ne de bunun için özür dileyeceğim. Ne bildiğimi ve ne bilmediğimi biliyorum. Bu nedenle, insanlara yaklaşma biçimimiz, projeleri aktarma yöntemimiz ve aynı zamanda belirli bir sorunun içine entegre edilmesi gereken bilgiyi insanlardan alma şeklimiz tamamen yatay bir düzlemde ilerliyor. Bu yataylık, konuşma tarzımıza da yansıyor. Popüler görünmek için yapay bir şekilde argo ya da halk dilinde konuşmaya çalışmıyoruz. Aynı şekilde, basit şeyleri karmaşık kelimelerle süsleyerek zeka gösterisi yapmaya da gerek duymuyoruz. Önemli olan, derinliği kaybetmeden anlatmak istediklerini en sade şekilde aktarabilmek. Açıklık ve netlik sağladığınızda, sağlıklı geri dönüşler alıyorsunuz. Bu yatay yaklaşımın uzun vadeli ilişkiler kurmanın en etkili yolu olduğunu gördük. Güven yaratıyor. Projeler zaman alıyor, bu yüzden ilişkileri ne tepeden bakan buyurgan bir yaklaşıma ne de yapay bir alçakgönüllülüğe dayandırmalısınız. Gerçekten yatay bir ilişki kurmak en sağlıklı olanı diye düşünüyorum.
EŞ En bilinen sosyal konut projelerinizde, örneğin Quinta Monroy’da, “vasat bir bütün” yerine “iyi bir yarım” tasarlamayı tercih ediyorsunuz. İnsanların beklentilerini bastırmak ya da iptal etmek yerine onları yönlendiriyorsunuz. Onlara tasarımı ve düzeni tanıtıyorsunuz ama bunu yaşam biçimlerini tamamen ortadan kaldırmadan yapıyorsunuz. Peki bu yaklaşım kalıcı hale gelebilir mi? Yoksa yalnızca afet sonrası acil barınma çözümleri üretirken işe yarayan bir yöntem mi? Böyle bir anlayış, bir kentsel doku oluşturabilir mi? Yoksa mimarlık artık kalıcılık takıntısını bir kenara mı bırakmalı?
AA Bu tamamen size neyin sorulduğuna bağlı. Eğer konu konut ise, bunun kesinlikle kalıcı bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Bu sadece acil durumlar ya da afet sonrası çözümlerle sınırlı değil. Çünkü konut (housing) bir isim değil, bir fiil. Bir süreç tanımlıyor. Sonuçta ulaşmaya çalıştığımız şey, zenginleşmiş bir yapılı çevre ve böyle bir çevre ancak canlı olabilir. Bu da hem karmaşık teknik konuları hassasiyetle kontrol etmeyi hem de belirsizliğe sistem içinde bir alan açmayı gerektiriyor. Aksi halde, bu çevre canlı olamaz. Eğer belirsizlik çok fazla olursa, ortaya kaos çıkar ve bu da iyi bir şey değil. Gecekondu bölgeleri bu anlamda organik değil, kaotik. Çünkü bireysel eylemlerden kolektif bir iyilik üretme kapasitesine sahip değiller. Ancak eğer her şeyi tamamen kontrol altına almaya kalkarsanız, bu da ölü bir yerleşim ortaya çıkaracaktır. İdeal olan, bu iki uç arasında bir denge kurmak. Tasarımın rolü de işte burada devreye giriyor: Kaos yerine yaşamı teşvik edecek bir çerçeve içinde, sistemin canlı kalmasına izin vermek. Sonuçta bir ilacı zehirden ayıran şey dozudur. Sanırım bu meseleye de aynı prensiple bakmak gerekiyor.
EŞ Afet sonrası barınma söz konusu olduğunda, ilk soru genellikle “Ne kadar hızlı yapabiliriz?” olur. Ve bir şey bu kadar acil hale geldiğinde, genellikle hızlı bir çözüm sunabilmek için kalite ve iyilikten ödün verilmesi gerektiği düşünülür. Ancak konuşmalarınızda, bir şeyin “hızlı ve iyi” olabileceğini, illa ki “hızlı veya iyi” gibi bir ikilem içinde düşünülmemesi gerektiğini vurguluyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz? Ayrıca, bunun üretim yöntemleri ve malzeme seçiminizle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Sizce bazı inşaat tekniklerine veya belirli malzemelere daha fazla yatırım yapılmalı mı? Teknik detaylar “hızlı ve iyi” olana nasıl katkı sağlıyor?
AA İlk olarak, inşa etmeye çalıştığınız şeyin geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu ayırt etmek gerekiyor. Ne kadar hızlı çözüm üretmeniz gerektiği tamamen mevcut koşullara bağlı. Dışarıda, doğaya maruz kalarak mı yaşıyorsunuz? Yağmurun, soğuğun ya da aşırı sıcakların altında mı kalıyorsunuz? Eğer öyleyse, çözümün olabildiğince hızlı gelmesi gerekiyor. Ancak bazen bir sorunu çözmenin en hızlı yolu, hızlı inşa etmek bile değil, zaten var olan yapıları kullanmaktır. Burada bazı örnekler gördüm; önceden inşa edilmiş sosyal merkezler var. Normal zamanlarda bu merkezler insanların bir araya geldiği, çeşitli hizmetlerin sunulduğu sosyal alanlar olarak işlev görüyor. Ama bir felaket gerçekleştiğinde, insanlar buralara sığınıyor. Yani en hızlı çözüm, zaten inşa edilmiş olanı kullanmak. Bundan daha hızlısı mümkün değil. Asıl soru şu: Bu tür yapıların tersine çevrilebilir, esnek bir kullanıma sahip olmasını sağlamak için ne kadar çok fonksiyon bulabiliriz?
Şili'de, özellikle çeper mahallelerde birçok açık saha bulunuyor. Bunlar, etrafı çitlerle çevrili ama üstü açık olan küçük futbol sahaları ya da çok amaçlı spor alanları. Oldukça mütevazı yapılar ama afet sonrası barınma için kritik bir rol oynayabiliyorlar. Örneğin, afetlerden sonra mağdurlar okulların sınıflarına değil, genellikle bu açık sahalara yerleştiriliyor. Eğer böyle alanlardan oluşan bir ağ oluşturabilirsek, "hızlı inşa etmek" aslında zaten inşa edilmiş olanı kullanmak anlamına gelir. Bu da zaman kazandıran en iyi tepki olur. Çünkü felaket anında en değerli şey zamandır ve en hızlı çözüm zaten var olan altyapıyı değerlendirmekten geçer. Esas mesele o zamanı kazanmak, böylece kalıcı çözüm gerçekten iyi olabilir ve hızlandırılabilir. Evet, off-site (şantiye dışı) inşaat ve ileri prefabrikasyon teknolojileri bu süreçte işe yarayabilir. Günümüz yapı endüstrisindeki tüm bu araçlar, süreci hızlandırmanın bir yolu. Ancak burada sadece teknolojiyle ilgili olmayan, doğrudan tasarım yaklaşımına dayanan başka bir şey daha var: Kademeli inşa (incrementality).
Eğer yeterli zamanınız veya bütçeniz yoksa, en temel olanı yaparak yanıt verirsiniz; yani insanların üzerine bir şeyler ekleyebileceği, ailelerin zamanla geliştirebileceği bir altyapı sunarsınız. Önce konutların en kritik bölümlerini prefabrike edin, ardından insanlar kendi kaynaklarıyla iyileşme sürecine katkıda bulunmaya devam ederler. Bu noktada, başarının dört P modeli ile sağlanabileceğini düşünüyorum: Private (özel sektör), Public (kamu sektörü), People (halk, bireyler), Partnership (iş birlikleri, ortaklıklar). Ve işte burada, tasarımın da önemli bir rolü olabilir. Yani, geçici çözümler için en önemli nokta önceden hazırlıklı olmak. Mevcut bütçeler içinde, afetler arasındaki dönemlerde de işe yarayacak şekilde kullanılabilecek çözümler üretmek mümkün. Kalıcı çözümler için ise teknoloji ile kademeli inşa yaklaşımını birleştirmek, zaman ve kaynak baskısına en iyi yanıtı verebilir.