Hasan Mert Kaya

Hasan Mert Kaya

Tüm Yazıları

Çiçeği sınırlı günlerle görülen bu narin çiçek aslında dağlarda yetişen, toprağın altında sert kışların dondurucu soğuklarını alan soğanlı bir bitki. Baharın gelişiyle doğayı yaşama sevinciyle dolduran lâlenin Anadolu’da yaygınlaşması Orta Asya’dan gelen Türklerle gerçekleşti.

Kaf dağının ardındaki masal çiçek: Lale

Baharın kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı nisan ayının en güzel hediyelerinden birisi de kuşkusuz lâlelerdir. Kimi gün serin, kimi gün ılıman geçen bahar günlerin de müjdecisi olan lâleler özellikle İstanbul’un park ve bahçelerini bir renk cümbüşüne çevirir. Sarıdan beyaza, kırmızıdan turuncuya onlarca değişik renk ve çeşidiyle İstanbul’a büyülü bir atmosfer yaşatan lâle gerçekten de masalsı, bir anda gelen ve bir anda giden kuyruklu yıldız misali bir çiçektir. Ona olan sevgi ve düşkünlüğün ardında belki de her yıl kısa günlerle sınırlı bir ulaşılır olmasında yatıyor. Romanlara, şiirlere ve özellikle de tasavvuf kültürüne bakıldığında bu özel çiçeğe verilen değer hemen görülür. Arap alfabesinde her harfin rakamsal karşılıklarını ifade eden ebcet hesabında lâlenin yazılığı ile Allah lafzının yazılışının matematiksel değer eş olduğu için lâleye yüklenen mana daha da derinleşir. Çiçeği sınırlı günlerle görülen bu narin çiçek aslında dağlarda yetişen, toprağın altında sert kışların dondurucu soğuklarını alan soğanlı bir bitki. Baharın gelişiyle doğayı yaşama sevinciyle dolduran lâlenin Anadolu’da yaygınlaşması Orta Asya’dan gelen Türklerle gerçekleşti. Selçuklulardan Osmanlılara yüzyıllar boyunca saraylarda özenle yetiştirilen lâle zamanla melez türlerin elde edilmesiyle çeşitlendi. Tüm lâle çeşitleri içinde ise efsanevi İstanbul lâlesi alev kırmızısı başta olmak üzere renkleri ve muhteşem endamıyla lâle türleri içerisinde bir zirvedir. 16. yüzyıldan sonra devleşen, gittiği ulaşabildiği her coğrafyayı kendine hayran bırakan bu çiçek, İstanbul’umuzun da simgesi olmuştur. İstanbul adının, “İslâmbul” sözünden şekillenmiş olması da lâle ile olan alakasına işaret eder.

Haberin Devamı

Kaf dağının ardındaki masal çiçek: Lale

Orta Asya Kökenli

Kazakistan’da yapılan arkeolojik kazılarda milattan önceki yıllara ait olduğu tespit edilen buluntularda lâle temalı eşyalar, lâlenin ve motifinin Orta Asya kaynaklı ve çok kadim olduğunu ortaya koymakta. Tiyenşan Dağları’nın bu gizemli çiçeği, geçirdiği binlerce kilometrelik yolculuğun ardından önce Türklerin ve ardından Hollandalıların sembol çiçeği oldu. Türk çadırlarının dekoratif örtülerinde, keçelerinde ve elbiselerin kemer tokalarında karsımıza çıkan lâle, Türklerin Orta Asya’dan göçleri ile kültürlerin beşiği olan ülke ve şehirlerden geçerek ve üzerine pek çok mistik anlamlar yüklenerek, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğunu gerçekleştirdi. Isfahan, Şiraz, Buhara, Semerkant, Bağdat gibi kültür havzalarından gecen lâle, İstanbul’da kilit bir noktaya oturdu. Walter Benjamin’in “Son Bakışta Aşk” adli kitabındaki bir söz günümüzde yasayan ve yasatılan lâlenin eski kültürlerden kalan önemli bir miras olduğunu ortaya koyar: “Kültür bir bütün değil, bir enkazdır ve enkazdan ancak parçalar kurtarılabilir.” Eski, yaşanmış kültürümüzden kalan ve bugün de dört elle sarıldığımız bir parçamız olan lâle, Orta Asya’dan beri süregelen mitolojisinde söyle tanımlanmakta: “Yaprağımın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak lâleye dönüşmüştür.” Lâlenin iç bünyesinde yer alan siyahlıklar da yıldırımdan kalan yanık izleri olarak yorumlanmış. Hun sanatında, kurganlarda çıkan buluntularda, lâle motifinin işlendiği günlük yasamda kullanılmış eşyalara ve aksesuarlara rastlanır. M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllara tarihlenen bir Pazarık Kurganı’nda bulunan at koşum takımına ait ahşap malzemeler ve eğer için kesilmiş deri parçalar lâle seklindedir. Uygurlar dönemine ait mezarlardan çıkarılan bir kumaş üzerinde de lâle motifleri görülmüştür.

Haberin Devamı

Lâle Çılgınlığı

Haberin Devamı

Lâle hakkında bilgi veren ilk Avrupalı yazarlar, tarih sırasıyla, P. Belon, G. Busbecq ve A. Galland olmuş. Lâlenin Türkiye’den Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun Sultan Süleyman nezdindeki büyükelçisi O. Ghiselin Busbecq’in İstanbul’dan Avrupa’ya götürdüğü bitkiler arasında lâle soğanlarının da bulunduğu sanılmaktadır. Busbecq, hayatında ilk defa karşılaştığı bir çiçeğin (lâle) Edirne ile İstanbul arasındaki yolun kenarındaki tarlalarda yetiştirildiğini, 1554 ilkbaharında bu yoldan geçerken bu çiçeği gördüğünü hatıratında kaydetmiş. Aynı yoldan 1673 yılında geçen Fransız elçilik memuru A. Galland da 1673 yılı baharında, Lüleburgaz civarında lâle tarlaları gördüğünü hatıratında belirtmekte. Alman elçisi olmakla beraber Hollanda’yı da temsil eden Busbecq, 1554 yılında geldiği İstanbul’dan, Avusturya’da yaşayan dostu Carolus Clusius’a lâle soğanları göndermiş, kendisi de ülkesine dönerken çeşitli bitki tohumları, sümbül ve lâle soğanları götürmüş. Benelüks ülkelerinde 1570’lerde görülen lâle, İstanbul’da yaşayan bir Türk saat tüccarından Belçikalı bir meslektaşına hediye olarak gönderilmiştir. Busbecq lâleden “tulipan” diye söz ediyordu. Araştırmacılar, onun gördüğü lâlenin “tülbent lâlesi” adında bir Osmanlı lâlesi olduğu, dolayısıyla Avrupa dillerindeki “tulip” ve “tulipa” kelimelerinin bu “tülbent” kelimesinden türediği görüşündedir.

Lâle Devri

Bugün sıkça telaffuz ettiğimiz Lâle Devri ibaresi, aslında yakın tarihimizde III. Ahmet devrine latife edilmiş bir isimdir. Aynı zamanda debdebenin, şaşaanın da günümüzdeki adı olmuştur. Sarayın lâle bahçelerinde helva sohbetleri, kaplumbağalar üzerine mum yakılarak yapılan seyirleriyle anılan “Lâle Devri”, aslında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki aydınlanma devrinin de başlangıcıdır. İbrahim Müteferrika’nın kurduğu ilk matbaa, ilk itfaiye teşkilatı, Kütahya çiniciliğini yasatmak için kurulan çini fabrikası, ilk tercüme kurulunun kurulması hep bu devre tekabül eder. Bu dönemde nadir lâle soğanlarına sahip olma tutkusu, çok kısa sürede, 17.yüzyıl başlarında Hollanda’da yaşanana benzer bir çılgınlık halini almıştı. Bu yüzden zaman zaman polisiye olaylar bile yaşanıyordu. Lâle albümlerinin yapıldığı, lâlelerin yüksek fiyatlara satıldığı, lâle soğanı olmayan veya lâle ile ilgilenmeyen kişinin ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü Hollanda’nın lâle çılgınlığı döneminde, değerli lâlelere ve lâle soğanlarına sahip olmayanlar, bu bitkilerin resimlerine sahip olmak arzusuyla devrin önemli ressamlarına pek çok bitkinin bir arada resmedildiği buketler halinde lâle resimleri yaptırmışlardır. Rembrant, Rubens, Van Dyck gibi pek çok ünlü ressam lâleli tablolar yapmış ve bu bitkiyi sonsuza kadar yaşatmak istemişlerdi.

Kaf dağının ardındaki masal çiçek: Lale

Lâlenin büyüleyici ve masalsı güzelliğinin her nisan ayında İstanbul’la yeniden buluşması kültürel hafızanın aktarımı adına da sevindirici. Bu güzel ama çok kısa ömürlü çiçeği doya doya görmek için sınırlı günler var. Bir an önce kendinizi başta Gülhane Parkı olmak üzere İstanbul’un parkları ile buluşturun.

Kaf dağının ardındaki masal çiçek: Lale

Lâle-i Münevveran

Değerli akademisyen, müzehhibe ve sanatçılarımızdan Prof.Dr.Münevver Üçer hocamız birbirinden özel ve güzel eserleriyle ünü ülkemizden tüm dünyaya ulaşan bir isim. Sanatçının Lâle-i Münevveran adlı eseri bu alanda yayınlanmış başucu kaynaklardan. Prof.Dr.Münevver Üçer lale ressamlığı alanında ait olduğumuz kültür dünyasının gelenekli sanatlarından hat ve tezhip ile lâlenin bir araya getirdiği özgün yorumlarıyla modern zamanların önde gelen lale albümlerinden birine imza atmış. Hocamızın lale temalı “Gelenek Gelecektir” adlı 30 Mayıs’a kadar sürecek olan sergisi de dün Nişantaşı Maji Art Gallery’de açıldı.