“Çağımızın büyük sorunları nutuklarla ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kanla çözülecektir.”
-Otto von Bismarck
Almanya’da aylar süren müzakereler sonucunda nihayet bir koalisyon anlaşmasına varılabilindi. Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) lideri Friedrich Merz geçtiğimiz çarşamba günü uzlaşmayı duyurdu; CDU ile beraber küçük ortağı muhafazakar Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) hükümeti oluşturacaklar. Yaptığı basın açıklamasında Merz, “Almanya geri dönüyor” ifadesini kullandı.
Almanya’nın son geri dönüşünün (1939) dünya ve insanlık için pek hayırlı olmadığını söylemeye gerek yok. Merz’in bu söylemi, özellikle X kuşağı ve öncesinin tüylerini bir ürpertebilir. Almanya gerçekten de kısa zamanda geri dönebilen bir ülke. I. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkıp, ordusunu, ekonomisini, hatta krallığını kaybetmiş bir toplum 20 yıl içinde Avrupa’yı işgal edebilecek duruma gelmişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yine kısa bir süre içinde bir otomotiv ve sanayi devi olabildiler.
1945 sonrası kurulan yeni dünya düzenindeki anahtar noktalardan biri Almanya’nın askeri gücünün kısıtlı tutulmasıydı. Versailles’ın aksine ekonomisinin toparlanıp gelişmesine izin verildi ancak yeniden güçlü bir ordu kurmaması için de önlemler alınmıştı. Almanya dahil Avrupa’nın savunmasından ABD sorumlu olacaktı. Avrupalılar ise ABD’nin lehine kurulan ekonomik sistemi canlandırmak ile görevlilerdi. Marshall planı ile Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birinci dünya ülkeleri ekonomik kalkınma sağlayacaklar ve ‘Bretton Woods’ sistemine enerji katacaklardı.
Trump’ın başlattığı ticaret savaşlarına kadar bu böyle sürdü ancak artık ne Avrupa’yı askeri bakımdan savunacak bir Amerika’dan, ne de serbest ticaret ve liberal ekonomi üzerine kurulu bir küresel ekonomik düzenden bahsetmek mümkün. En azından Trump geri adım atmadığı sürece eski düzenin yerini yeni bir paradigmaya bıraktığını söyleyebiliriz.
İşte vaziyet böyleyken güçlü bir Almanya’nın sahnelere geri dönüyor olması, aslında yeni konjonktürde, korkutucu bir etki yaratmak yerine ümit verici bir gelişme olarak karşılanabilinir.
Güçlü bir Almanya’yı yöneten kim olacak?
An itibariyle hür dünya lideriz kalmıştır. Almanya’nın ‘geri dönüşü’ bu boşluğu doldurabilecek mi göreceğiz, ancak burada bir tehlike var ki o da AfD’dir. Almanya’da yeni kurulan koalisyon hükümeti tarihi adımlar atmaya hazırlanıyor. Dış borcu minimumda tutma prensibi rafa kaldırılarak özellikle savunma alanında büyük harcamalar yapılması planlanıyor. Merkez partilerin iktidar olduğu güçlü bir Almanya, Avrupa ve hatta dünya için olumlu olabilir.
Peki ya iktidar aşırı sağcılara geçerse? Her seçimde oy oranını artırarak güçlenen aşırı sağcı AfD son seçimde SPD’yi geride bırakarak ikinci parti pozisyonuna gelmişti. Bir sonraki seçimlerde bu trendi devam ettirip hükümeti kontrol ederlerse güçlü bir Alman ordusu işte o zaman korkutucu bir tehdit haline dönüşebilir.
Günümüzde sağcı popülizm 1930’ların faşizmine benzer bir tehlike yaratmaktadır. İlginçtir ki bu sefer aşırı sağa karşı demokrasi bayrağını taşıyacak en kuvvetli adaylardan biri Almanya’dır. Fakat kilit nokta şudur: hangi Almanya? Neo-Nazilerin, göçmen karşıtlarının, sağcı popülistlerin mi yoksa tarihten ders alarak bir daha asla diyen demokratların mı hakim olduğu Almanya?
Aradan yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen maalesef dünya yine hızla Bismarck’ın tarif ettiği hale dönüşmektedir. Umarım demir ve kanı bir amaç olarak değil, tekrardan nutukların ve çoğunluk kararlarının egemen olması için bir araç olarak kullanan taraf galip gelir.