Eli hiç kaleme kağıda gitmeyen insanlar var.
Bir beyaz kağıda, güzel uçlu bir kaleme eli gitmeyen insanlar.
Lazım olunca evde, dükkanda, çantasında bir not kağıdı, bir kalemcik bulamayan.
Çok az ‘yazan’ insanlar var.
Yaratıcı yazmaktan bahsetmiyorum; düpedüz yazmak, yazıvermek, harfleri kağıda düşürmek, sözcüklerden cümleler yapmaktan.
Noktalar ve virgüllerden . . .
Büyüklerden küçüklerden, satırların güzel başlarından.
Mesela bir taksiciden fiş istediğim zaman, kalemle kağıtla ilk defa tanışıyormuş gibi harfleri can çekişerek, kalemi dakikalarca kağıt üzerinde yuvarlayarak yazışı çok garibime gidiyor.
Ekin öyle erkek,
İktidar öyle erkek,
Tanrılar öyle erkek,
Sokaklar öyle erkek ki.
Hani bize yer?
Hani bize nefes?
Hani bize aşk?
Hani bize hayat?
“Neden, peki ya neden ?” diye isyanla sorarız ya hep . . .
"Bunca acıya rağmen neden insanlar başkaldırmıyor?"
Neden böylesine “usluca” kabulleniyorlar aç, açıkta kalmayı, yenidoganların ölümlerini, dayak yiyen çocukları, katledilen kadınları, düşünürleri, sanatçıları?
Her köle, bir gün “efendi” olma hayali ile köle olmayı kabul eder.
Ve böylelikle başkaldırmaz.
İstikbale dair büyük hayaller vardır: Daha zengin olunacak, bir parti lideri, CEO, "başbuyurucu" veya hiç olmadı; "asileri ortadan kaldırma derneginin başkanı" olunacaktır.
Halbuki, eğitim, sağlık, gençlerin sorunları, sokak hayvanlarının refahı, trafik çilesi, şehircilik, doğayı koruma ya da her hangi bir başka alanda, insanlığın gerçek anlamda mutluluğuna yarayacak tek bir alanda olsun, sorumluluk üstlenmek . . . zordur. Risk taşır.
Yolda, sokakta rastlayıp da konuşmadığım kedi yoktur. Yanımda yiyecek olsun, olmasın mutlaka selam verir, hal hatır sormadan geçmem. Onlar, hayatla bağlantımdaki en kıymetli halkalardan biri. Bu yüzden, zaman zaman hayatı onların aracılığı ile yorumlamaktan hoşlanırım.
Kedi, insanoğlu da dahil, canlılar aleminde “samimi iletişim”i en fazla önemseyen hayvanlardan biri. Açıkça, bu konuda diğer can dostlarımız köpekler kadar kolay değiller. Fakat kimilerinin bunu bahane ederek kedileri uzak görmelerine müsamaha etmeyeceğim.
Kedi, sen eğer iyi niyetini belli eder, sabır gösterirsen yamacına gelir, seni koklar, ayaklarına bacaklarına sürtünür ve bir dahakine seni hemencecik tanıyabilmek için üstüne kokusunu bırakır. Bu, biz insanların anlamamak için direttiği ve nedense hoşlanmadığı muhteşem bir “Merhaba” deme şekli, araya bir güven bağı inşa etmenin çok hızlı, basit ve bazılarının yine irkileceği üzere ilkel bir yoludur. Bana kalırsa çok da kibar bir jesttir. Bir diğer karşılaşmanızda sana “Tanışıyor muyuz bayım?, Hayrola ablacığım?” dememek içindir. Buna karşılık biz, onlar için “sülük”, “yalaka” ve birbirimizden bahsederken sarfettiğimiz diğer çirkin hitapları kullanmayı
Yepyeni ve bambaşka bir dünyanın kapılarını “hop!” diye aralamak . . .
İçine girmek, tam orada olmak, o olmak, “kahraman” olmak, iyi adama benzemek, kötü adamı sevmemek, bazen bitmesin diye azar azar okumak, bazen yeniden ve yeniden okumak, hatta ezberlemek, herkese anlatmak ya da yalnız kendine saklamak . . .
Kitaplar olmasaydı; hikayeler, romanlar ve şiirler? Bu kadar kolay aralanır mıydı o kapılar?
“Sinemamızın 100 Yılı”
Çarçabuk bir sene daha geçiverdi; İstanbul 33. kez Kitap Fuarı’na ev sahipliği yapıyor. Yine aynı yerde; Beylikdüzü Tüyap’ta memleketten ve yurt dışından 850 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla, onlarca söyleşi, panel, etkinlik ve dinletiyle, toplamda 270 etkinlik ile 8-16 Kasım boyunca ortalık kitap kokuyor.
Bu seneki tema; “Sinemamızın 100 Yılı” ve “Onur Yazarı” Atilla Dorsay. Fuar boyunca oyuncu, yönetmen ve pek çok yazarın katılımıyla Atilla Dorsay'ın sinema eleştirmenliği, yazarlığı ve yaşamı üzerine söyleşiler gerçekleşecek. Bu bağlamda, "Renkli Sinemaskop Bir Hayat: Atilla Dorsay" sergisini gezmenizi ve koca bir serüvene tanıklık etmenizi öneririm.
Kitap Fuarı’nın bu seneki “Onur Konuğu”
“Dünya adil olsaydı, karşınızda eğilmem gerekirdi” diyordu Sultan, koskoca bir şehri vebadan kurtaran hekimlere. Ve hemen ardından “Fakat, dünya adil değil” deyip, müstehzi bir kahkaha savuruyordu.
Geç seyrettiğim ve çok etkilendiğim filmlerden birinde, The Physician’da (2013) geçiyor bu replik.
Ne kadar da doğru . . .
Dünya adil bir yer olsaydı, pek çok şey şimdikinden bir hayli farklı olurdu kuşkusuz:
Mesela, dünya adil bir yer olsaydı; pek çok çocuğun yeteneği, büyüyünce “adam” olması uğrunda çarçur edilmezdi.
“Her çocuk sanatçı doğar. Esas sorun, büyüdüklerinde de öyle kalmalarını sağlayabilmektir.”diyor ya Pablo Picasso ve eminim hepimiz kafa sallayıp, iç geçiriyoruz ya ve korkuyoruz, hayallerimizin, yeteneklerimizin peşinden gitmekten, çocuklarımızı bu yolda özveriyle desteklemekten . . .
Halbuki, kendi doğasından gelen tamlık ve pürüzsüzlükte akan suya yol vermek ne de kolay, insan yapımı beton merdivenleri tırmanmaktan?
Ve evet, eğer dünya hakikaten adil bir yer olsaydı; pek çok genç insan tam kendini bulacakken, gerçekte içinin hiç almadığı, gönlünün istemediği o “süslü” ve önceden hazırlanmış bildik yollara sürüklenmezdi. Adımını atacağı her basam
Henüz Ekim’in ılık günleri ve uzun gündüzler sona ermeden, size önereceğim 3 nefis sergiden birine, mümkünse hepsine birden gitmekte fayda var:
Dün & Bugün
Çizimleri 1 milyon satan haftalık New Yorker dergisine birçok kez kapak olan ve ayrıca New York Times ve Forbes gibi yine dünyaca ünlü dergilerde karikatür ve illustrasyonları defalarca yayınlanan Gürbüz Doğan Ekşioğlu, Eylül ayı sonunda EKAV / Eğitim Kültür Araştırma Vakfı’nda yeni bir sergi ile sanatseverlerle buluştu.
Ekşioğlu’nun “Dün & Bugün” ismini verdiği sergisinde, sanatçının yaşamı kendine özgü kavrayış ve yorumlayış biçimini yine apaçık görüyor, fakat bu defa kağıt, tuval, üç boyut ve fotoğraftan oluşan kompozisyonlarını izliyoruz.
Ekşioğlu, yapıtlarının hiç birinde bir “tamlık” olmadığını, her bir parçada mutlaka bir “farklılık”, alışılagelenden bir gayrılık olduğunu söylüyor.
Grafik sanatını resimle buluşturup, öykülerle bezeyen sanatçının sergisinde hem şiirsel bir yol, hem de absürd pek çok öğeye rastlayabilir, sanatsever. Ve, renklerle desenlerin arasında dolaşırken, birbirinden bağımsız ve gerçeküstü görünen pek çok “şeyin” nasıl da birbirine bağlandığını keşfe çıkabilir.
Sözün kısası, “Dün &
İnsanın herşeyi unutması demek bu denli korkunç bir şey ki, 2014 yapımı “Labirent: Ölümcül Kaçış” / “The Maze Runner” filminin kahramanı Thomas’ı hikayenin ilk sahnesinde tam da bu sebepten çılgın bir panik içinde buluyoruz.
Thomas (Dylan O’Brien), nereden geldiği belirsiz bir asansörün içinde, yanında bir kutu ile yükseliyor, yükseliyor ve sonunda çıplak, yeşil bir arazide buluyor kendini. Etrafını saran meraklı ve alaycı bir sürü gözün önünde tel asansörden çıkıyor. Kim olduğunu, nerede ve niçin olduğunu hatırlamıyor. Bunun normal olduğunu söylüyor, akranı sayılacak diğer genç adamlar. Asansörden çıkan kimse hiçbir şeyi hatırlamaz; yalnız ismi hariç. O da bir süre sonra gelir insanın hatrına . . .
Labirent, bir grup genç erkeğin bir kayranda hapis hayatı yaşamasını anlatıyor aslında. Kayranın etrafı dev duvarlarla çevrili. Yalnız bir aralık sabahtan açılıyor ve akşam üstü kapanıyor. Akıl hayal almayacak bir labirent, duvarların ardı. Ve her akşam labirentin duvarları değişiyor. Bu yüzden “koşucular” var. Her sabah çıkıp labirenti dolaşıp, ezberlemeye, bir harita çıkarmaya çalışıyorlar ki kurtuluşları gerçekleşsin. Gelgelelim, geceyi labirentte geçiren kimse sağ çıkmamış;