İnsanın herşeyi unutması demek bu denli korkunç bir şey ki, 2014 yapımı “Labirent: Ölümcül Kaçış” / “The Maze Runner” filminin kahramanı Thomas’ı hikayenin ilk sahnesinde tam da bu sebepten çılgın bir panik içinde buluyoruz.
Thomas (Dylan O’Brien), nereden geldiği belirsiz bir asansörün içinde, yanında bir kutu ile yükseliyor, yükseliyor ve sonunda çıplak, yeşil bir arazide buluyor kendini. Etrafını saran meraklı ve alaycı bir sürü gözün önünde tel asansörden çıkıyor. Kim olduğunu, nerede ve niçin olduğunu hatırlamıyor. Bunun normal olduğunu söylüyor, akranı sayılacak diğer genç adamlar. Asansörden çıkan kimse hiçbir şeyi hatırlamaz; yalnız ismi hariç. O da bir süre sonra gelir insanın hatrına . . .
Labirent, bir grup genç erkeğin bir kayranda hapis hayatı yaşamasını anlatıyor aslında. Kayranın etrafı dev duvarlarla çevrili. Yalnız bir aralık sabahtan açılıyor ve akşam üstü kapanıyor. Akıl hayal almayacak bir labirent, duvarların ardı. Ve her akşam labirentin duvarları değişiyor. Bu yüzden “koşucular” var. Her sabah çıkıp labirenti dolaşıp, ezberlemeye, bir harita çıkarmaya çalışıyorlar ki kurtuluşları gerçekleşsin. Gelgelelim, geceyi labirentte geçiren kimse sağ çıkmamış; kahramanlarımız zamana ve bilinmeyen canavarlara karşı yarışıyor. Kayıplar var elbette . . .
Bununla beraber, her ay yerin altından bir kutu yükseliyor düzlüğe; içinde bir genç adam ve erzakla. İlk kutudan beri belli bir iş bölümü ve çalışma içinde çıkış yolunu arıyor grup. Lakin, izleyip göreceğiz ki, kutudan en son çıkan Thomas, gördüğü rüyalar ve anımsadıklarıyla diğerlerinden farklı olacak, çarçabuk fark yaratacak.
Wes Ball yönetmenliğindeki filmde, devasa labirenti ilk keşif sahnesinin etkileyici olduğunu belirteyim. Geceyi labirentte geçiren kahramanların zorlu ve yapayalnız serüveninin bana, en sevdiğim film olan “Pan’ın Labirenti”ndeki masalsı hissi –az da olsa- hatırlattığı doğrudur. Bu açıdan, film sürükleyici başlayıp, merakı yüksek tutmayı başarıyor.
Diyeceksiniz ki, hep oğlanlar mı var filmde? Evet, gerçekten de öyle. Ta ki, Thomas’ın kutudan çıkışının ardından henüz bir hafta geçmeden, bir kızın da kayrana gönderilişine kadar!
Son zamanlarda bir grup gencin otoriteye karşı çıkışını anlatan pek çok iyi film izledik, seri halinde izlemeye de devam ediyoruz. Bunlardan en başarılısı benim için elbette “Açlık Oyunları”, ardından “Uyumsuz” (Divergent). Aksiyon dolu ve asi kurtuluş mücadelelerini izlemeye alışmış bir seyirci olarak Labirent’in bu ilk bölümü “Ölümcül Kaçış”ın beni büyülemediğini itiraf etmeliyim. Belki çok iyilerini izlemeye alışmaktan, belki de serinin henüz ilk filmi ve intro’su olmasındandır. Yine de hikayenin sonunu kıvrakça bağlayamadıklarını düşünüyorum.
Bir de kafama takılmıyor değil, siz de fark ediyor musunuz bilmem, insanoğlunun korkulu rüyası da çağlarla beraber değişiyor; nerede kaldı hayaletler, seri katiller, doğal afetler? Şimdi artık sadece yalnızlıktan, açılmayan duvarlardan ve metal yığınlarından korkar olduk. En büyük canavarlar, en büyük robotlar artık. En büyük ve en akıllıları hem de . . .
Labirentten kaçış mümkün olacak mı?
Peki ya aslında ne olup bittiğini hatırlamak?
Vakti olanlara ve canı yeni bir macera çekenlere Labirent’i öneririm, labirentin kendisini görmek ve içine girmek için bile değer. Hem daha ikinci bölüm gelecek, ne olursa olsun biz dizici Türkler, seri maceraları seviyoruz!
İyi seyirler . . .