Bakkala gidip kendime gerçek bir yenilik satın alamayacağımı biliyordum. Kendime ancak kendim bir yenilik yapabilirdim. Çünkü mutluluk gibi, yenilik de ev yapımı. “İçerde” yapılıyor. Mutfağa geçecek, kendine güzel, taptaze bir yenilik hazırlayacaksın.
Rahat sandırdıkları rahatsızlığı bozmak, kalbime, ruhuma çok daha iyisini vermek için yola çıktım.
Yanıma sadece iki bavul eşyamı ve bilgisayarımı alarak yepyeni bir ülkeye taşındım: Kanada’ya.
Zor olacağını biliyordum. Çok zor oldu. İlk günler nasıl da özledim İstanbul’daki evimi.
Halbuki bana ait bir evim bile yoktu, bana ait sandığım bir evim vardı. Artık sadece sevdiğim işi yapacağım diye tutturduğum için o pırıl pırıl, geniş ve güzel mobilyalı ofislerde daha fazla çalışamadığım halde kirasını her ay ödemek zorunda olduğum bir evde yaşıyordum. Aylarca taksitlerini ödeyerek satın aldığım eşyalar, kıyafetler, birbirinden güzel topuklu ayakkabılarım ve senelerdir evin içinde benimle beraber yaşayan, durdukça duran bir sürü başka şeyle beraber. İnsan bazen yaşamayan şeylere de bağlanıveriyor.
Bazen mi?
Yeni çıkacak iphone’a ulaşmanın hayatına yenilik katacağını sanan insanların dünyasında yaşıyoruz. Her bilgiyi top
Yabancılara gülümsemek, selam vermek, bazen günlerinin nasıl geçtiğini sormak bende huy. Karşılığını alamadığım çok oluyor ama hiç önemli değil. İnsanın kendi enerjisini yüksek tutmak istemesiyle ilgili bir şey bu.
Başkaları da özense, yapsa fena mı olur?
Katılım arttıkça sabahlarımızı, akşamlarımızı, sokaklarımızı güzelleştirecek, toplumun güven ve mutluluk seviyesini de arttıracak da bir detay, bir tutum.
Kaskatı bir insan değilseniz siz de gülümsersiniz size gülümseyene. Bulaşıcıdır da bu. Ertesi gün de siz kendinizi bir yabancıya hal hatır sorarken buluverirsiniz.
Gecenin bir yarısı, iki yabancı
Geçenlerde izlediğim Biraz Sen, Biraz Ben isimli oyun da böyle iki yabancının birbiriyle karşılaşmasıyla başlıyor.
Dünya, yabancıların birbirleriyle karşılaşmasıyla gündüzden geceye, mevsimden mevsime dönüyor elbette. Bu, bir hikaye için ilginç bir başlangıç olmayabilir. Ama hikayeleri birbirinden farklı kılan nasıl başladığından çok, nasıl sürdüğü değil midir?
Bahsedeceğim hikayede, gecenin bir yarısı, sahilde, dalgalara karşı, kayalıkların üstünde iki yabancı birbiriyle karşılaştı.
“Bir ülke dolusu mutsuz kadınla mutlu olunmaz. Hayatın en önemli bilgisi bu olmalı.”
Hani bir şeyi içten içe çok iyi bilirsin de bilmezden gelirsin, “aman” der, “sonra” der ötelersin, kendi kendine düzelmesini beklersin ya. Dostum yazar Hakan Şenocak’ın bıçaktan keskin bu sözleri bana, bizi her gün yeni bir tokatla yere çarpan “kadın” mevzusunun, biz onu sırtlanmadıkça, sonuna kadar üstüne gitmedikçe asla düzelmeyeceğini hatırlattı.
Halbuki biz, bunca mutsuz kadını hangi aralık yarattığımızı çok iyi biliyoruz.
Biz, bunca mutsuz kadını hala mutsuz etmeye devam ettiğimizi de çok iyi biliyoruz.
Koca bir ülke dolusu mutsuz kadını hala mutsuz etmeye devam ederken, bizden hiç-bir-şey olmayacağını, çocuklarımıza, geleceğimize iyiliğin, bilgeliğin bir parçasını bile bırakamayacağımızı da biliyor muyuz acaba?
Ancak içim acıyarak söyleyebilirim bunu, evet, eskiden beri kadınları el üstünde tutan bir toplum değiliz, aslına bakarsanız ataerkil düzene geçildiğinden bu yana, yani binlerce yıldır dünyanın kendisi böyle değildi. Kadınlar bir eşya gibi alındı, verildi. Sözleri duyulmadı, söz hakları olmadı, çoğu yerde, çoğu zamanda, nezaket ve toplum kurallarında dahi kendilerinden
Bir ekip düşünün, standartların üstünde müzik yapıyorlar, üstelik yerlerinde durmuyorlar, harıl harıl çalışıyorlar, memleketi dünyanın dört bir yanında hep aynı hevesle, emekle temsil ediyorlar. Başlarında bir şef. Herkesin bankacı, işletmeci, şarkıcı olmak, yırtmak istediği bir dünyada, koskoca bir koronun başına geçmiş, her güçlüğe göğüs geriyor, kendine inanıyor, kendine inandırıyor.
Boğaziçi Caz Korosu’nun işini tutkuyla yapan meşhur Koro Şefi Masis Aram Gözbek’le buluştuk. Koroyu, içerdeki düzeni, yasakları, zor zamanları, hatta aşkı ve politikayı şefin gönlünden ve gözünden konuştuk.
Siz kimsiniz? Nerdensiniz, kaç kişisiniz?
Biz bir kısmı üniversite öğrencisi, bir kısmı yeni mezun ve çalışan otuz, otuz beş kişiyiz. Yaş ortalamamız yirmi dört. Hepimiz ülkenin dört bir yanında büyümüşüz ama İstanbul’da yaşıyoruz, başka şehirlerden koroya katılmak isteyen arkadaşlar da oluyor, çok istiyorlar, hafta sonları mutlaka gelirim diyorlar. Fakat bunun mümkün olmadığını sonradan kendileri de görüyorlar. Çünkü hakikaten çok sıkı çalışıyoruz, haftada iki gün muhakkak provamız var ve çok sık konsere gidiyoruz.
En yaşlı koristiniz kaç yaşında?
Geçen sezon en yaşlımız otuz yediydi. Ama koro
Bir düşüncenin fikre, fikrin toplumsal faydaya dönüşmesi ne güzel, ama ne zorlu bir yolculuk! Askıda Ne Var da böyle doğdu, büyüdü, daha da büyüyecek. Üniversite öğrencilerini kucaklayan bu güzel projenin yaratıcısı Oğuzhan Canım ve projenin en büyük destekçisi sevgili Ceylan Ertem'le konuştuk: Birbirimizi sevmeye, sahip çıkmaya ve unutmamaya dair.
Önce Oğuzhan Canım projeyi anlatıyor, sonra Ceylan Ertem'le ve onun akla, gönüle esin veren, iyi gelen sözleriyle devam ediyoruz.
Oğuzhan, nedir bu “Askıda Ne Var”?
Askıda Ne Var, üniversite öğrencilerine yemek, kıyafet, tiyatro bilet, konser bileti, kitap, dergi gibi ürün ve hizmetleri ücretsiz sağlayan bir sosyal girişim. Yemek dağıtımını restoranlar aracılığıyla sağlıyoruz, gönüllüler üye restoranlarda üniversite öğrencilerine yemek ısmarlayabiliyor. Diğer saydığım ürünleri ise Twitter @askidanevar hesabımız üzerinden dağıtıyoruz.
Fikir sende nasıl doğdu? Askıda şu an ne var, nerelere geldiniz?
Bir çocukluk hayalimdi, güzel işler yapayım, faydalı işler yapayım istiyordum. Osmanlı’dan gelen askıda ekmek sistemini duyunca bunu günümüz dünyasına nasıl uyarlarım diye düşünürken Askıda Ne Var web sayfasını hazırladım.
“Sanatçı için baş kaldıran sözcüğünü kullandığımda ihtilalcilik ya da dekanın bürosunu ele geçirmek gibi şeylerden bahsetmiyorum, bu bambaşka bir mesele.” der Rollo May, Yaratma Cesareti’nde. “Onlar insanoğlunun süregelen kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır.”
Oyunculuğuna hayran olduğum Erdem Akakçe’yle yaratmak, delilik ve tercihler üstüne öyle bir sohbet ettik ki, aklına fikrine de tutuldum artık.
Huzurlarınızda Erdem Akakçe . . .
Ümit Ünal’ın “Ara” filmi tek mekan, tek odada, dört arkadaşın on yıllık sürecini anlatan bir film. Başroldeydin ve filmin çoğunda çıplaktın, nasıl bir his, başkalarının yanındaki çıplaklık?
Kostüm sorunum yoktu! Çok rahattım!
Ne kaldı senin için oyunculukta, meydan okunacak, nedir en tepedeki şey senin için?
Bunu bana ağbim de sordu, “Oğlum senin skorun ne, hedefin ne hayatta?” Kimi tiyatro salonu açmak ister, kimi kendi eserinin yapımcılığını yapmak.
2015’in son röportajını yeryüzünün en güzel yaratıklarına, hayvan dostlarımıza ve onlara bir türlü layıkıyla teslim edemeğimiz haklarına ayırmak istedim. Bunu yaparken de özellikle bir dernek, barınak veya federasyon yöneticisiyle değil, bir birey olarak bu davayı sırtlanmış götüren biriyle konuşmak istedim.
Fırat Yıldız’a da böyle ulaştım. Fırat, uzun zamandır takip ettiğim çok sıkı bir hayvan hakları savunucusu. Yıllarca ABD’de yaşayıp, orada bu iş için mücadele verdikten sonra şimdi yine memleketinde, kendi gibi özel ve önemli insanlarla büyük bir mücadele veriyor.
Söyleşimize sokaklardan kurtarılmış koca bebek “Yamtur” ve yanımızdan geçen güzeller güzeli bir sarman da eşlik ediyor.
İnsan, hayvan hakları savunucu olarak doğmuyor herhalde?
Ben doğduğumdan beri hayvanlarla beraberdim fakat elbette bir insanın hayvan haklarıyla uğraşması, bilinçlenmesiyle eş zamanlı oluyor. Bir de olanaklarla tabii.
Ne gibi olanaklar?
Kendi kendine evde hayvan haklarıyla uğraştığın zaman hiçbir şey kazanamıyorsun ama insanları yönlendirebileceğin ve geniş kitlelere hitap edebileceğin bir ortam sağladığın zaman çok daha etkili ve büyük çaplı yapabiliyorsun bu işi.
Instagram’daki sayfasına rastladığım ilk günden beri Gökçen Arıkan’ı takipteyim. Çoluklu çocuklu bir kadın ancak bu kadar fit olabilir. Röportaj için kendisine ulaştığımda telefondaki enerjisine hayran kalıyorum. Haftasonuna doğru spor yaptığı salonda buluşuyoruz, sıcacık bir kadın. İncecik, kaslı, sımsıkı bir vücudu var. Ayrıca yüz yüze gördüğüm en güçlü kadın o, benim diyen erkeklere taş çıkartacak gibi barfiks çekiyor. Ne ara doğum yapmış, ne ara çocuklarını büyütüyor, ne ara bu kadar bakıyor kendine, hepsini sordum.
Gökçen Arıkan’la yaptığımız söyleşinin kendine bakmak isteyen tüm annelere ışık tutmasını dilerim. Ayrıca “spora vaktim yok, halim yok, bir türlü başlayamıyorum” diyenleri ve mütemadiyen Pazartesilerle, ayın birini bekleyenleri de bu tarafa alalım.
Gökçen kaç yaşındasın?
Otuzbeş.
Kaç çocuğun var?
Beş yaşında bir kızım, iki yaşında bir oğlum var, Bade ve Demir.
Sporla tam olarak bağlantın nedir?
Ben Master Trainer’ım, yani Uzman Eğitmen. Aynı zamanda koşu koçuyum.