Yabancılara gülümsemek, selam vermek, bazen günlerinin nasıl geçtiğini sormak bende huy. Karşılığını alamadığım çok oluyor ama hiç önemli değil. İnsanın kendi enerjisini yüksek tutmak istemesiyle ilgili bir şey bu.
Başkaları da özense, yapsa fena mı olur?
Katılım arttıkça sabahlarımızı, akşamlarımızı, sokaklarımızı güzelleştirecek, toplumun güven ve mutluluk seviyesini de arttıracak da bir detay, bir tutum.
Kaskatı bir insan değilseniz siz de gülümsersiniz size gülümseyene. Bulaşıcıdır da bu. Ertesi gün de siz kendinizi bir yabancıya hal hatır sorarken buluverirsiniz.
Gecenin bir yarısı, iki yabancı
Geçenlerde izlediğim Biraz Sen, Biraz Ben isimli oyun da böyle iki yabancının birbiriyle karşılaşmasıyla başlıyor.
Dünya, yabancıların birbirleriyle karşılaşmasıyla gündüzden geceye, mevsimden mevsime dönüyor elbette. Bu, bir hikaye için ilginç bir başlangıç olmayabilir. Ama hikayeleri birbirinden farklı kılan nasıl başladığından çok, nasıl sürdüğü değil midir?
Bahsedeceğim hikayede, gecenin bir yarısı, sahilde, dalgalara karşı, kayalıkların üstünde iki yabancı birbiriyle karşılaştı.
İki kadın.
Sokak köpekleri uluyordu ve çöp kamyonları şehrin uykulu sokaklarında ağır ağır ilerliyordu. Gecenin cüretkar karanlığında baş başa kalakaldılar, başka türlü belki bu kadar özgür olamazlardı.
Çünkü Handan “yapmalı, etmeli”lerle yaşayan, kendine çizdiği, kendine çizilen çemberin dışına taşamayan bir kadın.
Ve çünkü Buse trans bir kadın.
Birbirlerinin dünyasına gene dünyalar kadar uzak iki insan.
Handan’ın yarası var. Buse’nin yok mu sanki. Hem de ne yara.
Ortalarındaysa derin bir yalnızlık.
Önce Buse yaklaşıyor Handan’a, didikliyor onu, yarasından çekiştirip duruyor. Ne yapıp ediyor, bırakmıyor Handan’ı, çünkü bıraksa kötü şeyler olacak. Gecenin devamında sürpriz bir kadın daha katılıyor aralarına. Böylece üç kadının tesadüflerle birleşen hikayesini izlemeye devam ediyoruz.
Bir gün gelir, bir yabancıya bütün hayatını anlatmak istersin
Biraz Sen, Biraz Ben’i izleyeli aslında epey oluyor, İstanbul’a karın ilk düştüğü geceydi galiba. O günden beri Buse ve Handan’ı ve aralarında yoktan var ettikleri şeyi düşünüp duruyorum. Buse'nin Handan'a, "Madem ne olması gerektiğini biliyorsun göster bakalım. Gerçek bir kadın gibi!" deyişini düşünüyorum. İki kadının yalnızlıklarını, bileklerine kelepçelenmiş gibi oradan oraya taşımak zorunda oldukları o çıldırtıcı sessizlikteki yalnızlıklarını, gerçek hayatla bir türlü bağdaşmayan hayallerini düşünüyorum. Yalnızlığın insanı susturduğu kadar konuşmak zorunda bıraktığını da düşünüyorum.
Murathan Mungan’ın çok sevdiğim bir sözü geliyor aklıma:
“Bir gün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin.”
Oyunun yazarı Çiyil Kurtuluş’u, bu türden bir yalnızlığı gözümüze soka soka, çırılçıplak verdiği için tebrik etmeli. Oyunun kurgusu ve diyaloglar su gibi akıyor, izlerken keşke bu bir kitap olsaydı da altını çizseydim diyeceğiniz yerler çok olacak.
Ayça Damgacı, Nuri Harun Ateşve Yeliz Demir’i, Handan’ı, Buse’yi ve Melek’i aklımın bir köşesine kazıdığı için kutlarım. Ayrıca, oyunun başında sizi nefis bir sürpriz bekliyor, Buse’yi (ve Nuri Harun Ateş'in oyunculuğunu) unutamamanız için bir koca sebep daha.
Ebru Nihan Celkan’ın yönettiği Biraz Sen, Biraz Ben bize, alıştık sandığımız acımasız ve gündelik gerçekleri, hortlayıp duran güzel hayalleri, bir yabancıya kendini anlatma cesaretini ve olmaz denen dostlukları hatırlatıyor.
Biraz Sen, Biraz Ben, 14-21-28 Ocak’ta Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda, biletler Biletix’te.