Morganti’de yediğimiz mercan çok iyiydi, şarap ise 100 üzerinden 92. Tatlılardan bir çatal alalım dedik, tabaklar tertemiz oldu
Monticello’da A Pasturella Oteli’nde kalıyoruz. Bir gün önce buraya 10 dakika mesafedeki, geçen hafta yazdığım Pasquale Paoli’de harika bir yemek yemiş ve mışıl mışıl uyumuşuz. Uyanır uyanmaz terasa çıkıyorum. Hay Allah. Gök gri ve yağmur çiseliyor. Plaja gitmeyi canımız çekmiyor.
Aşağıya kahve içmeye indiğimde Stefan ile laflıyorum. Korsika ile ülkemizi karşılaştırıyoruz. Onlar da
biz de doğal güzellik açısından çok zenginiz ama kendimizi tanıtamıyoruz. Konuşurken ben Bonifacio ve Erbalunga’yı da çok sevdiğimi söylüyorum. “Peki hiç Cap Corse’a gittiniz mi Bay Milor?” diye soruyor Stefan. Adanın en kuzeyindeki burun kısmı burası. Bastia’ya yakın. Gitmediğimi söylüyorum.
Doğu Karadeniz’in dağlık köyleri gibi
“30 sene önceki Korsika’yı merak ediyorsanız ilginç bulursunuz” diyor. Kafamda bir şimşek çakıyor. Bu yağmurlu pazar gününü neden orada geçirmeyelim? Hanım dünden razı. Ceylan için ise önemli olan kitapları ve iPad’i. Henüz tarih, manzara ve yemek onu ilgilendirmiyor.
Burnun en kuzeyindeki Centuri’yi mutlaka ziyaret etmemiz gerektiği söyleniyor. İki lokanta tavsiyesi alıyorum: Le Vieux Moulin ve Langoustier.
Langoustier çünkü adanın kuzeyi özellikle langouste ile yani ıstakozdan bile lezzetli olan kıskaçsız ıstakozları ile ünlü. 11.30 gibi hazır oluyoruz (Genelde Ceylan Handan son anda bir şeyini bulamaz ya da annesi kindle, iki iPad, bilgisayar veya iPod’undan birini akşamdan şarj etmeyi unutmuş olur ve kıyamet kopar. Daha iPhone’u yok çünkü babası hayır diyor, ayrıca babası hâlâ, beş sene önce 80 liraya aldığı telefonu kullanıyor!).
GPS’e bakıyorum, Centuri 2.5 saat. Yollar dar, hava yağmurlu. Üç saat de... 14.30 öğle yemeği için geç. Türkiye değil ki orası mutfak elemanlarını köle gibi çalıştırasın. 14.00’te kapanır servis.
Hemen bir tavsiye alıyorum. Marina d’Albu’daki Morganti lokantası. 45 dakika sonra Saint Florent’dayız. Burası çok şık bir sahil kasabası. Çay molası veriyoruz. Etrafa bakınıyorum. Konfor, lüks ve stil öne çıkıyor. Porto Vecchio gibi.
Yarım saat sonra karşımıza Nonza çıkıyor. Dağlık yörede, tüm evlerin taş olduğu bir kasaba. Nefesimiz kesiliyor manzaraya bakarken. Sanki 150 yıl geriye gitmiş gibiyiz. Saint Florent, Bodrum/Alaçatı’yı falan anımsatırsa burası Doğu Karadeniz’in doğallığını yitirmemiş (ama elektrik santralleri yüzünden yitirecek olan) dağlık köyleri gibi.
Marina d’Albu, Nonza’dan hemen sonra karşımıza çıkıyor. Burası, adı üstünde marina ama bizdeki sosyetik ve süper yapay marinalar gibi değil. Henüz büyük sermayedarlar el atmamış. Balıkçılık temel geçim kaynağı. Morganti lokantasını bulmak zor değil çünkü limandaki tek lokanta. Önü deniz, arkası dağlık.
Zeytinyağı dondurmalı domates salatası
Lokantanın avlusunda herhalde 100 yıllık bir incir ağacı var. Gölgesine kurulmuş masalarda boş yer yok. Yağmur yeniden başlar diye içeri geçiyoruz.
İki garson var lokantada. İkisi de yaşlı ve işlerini çok iyi biliyorlar. Bir akşam önce kıskaçsız ıstakoz yediğim için burası ıstakozuyla meşhur olsa da canım balık çekiyor. Lipsoz ve mercan geliyor önüme. İkisi de
belli ki son 48 saat içinde yakalanmış. Biraz balıktan anladığımı görünce şaşırıyorlar. “Türküm, hanım Amerikalı, aynı balıklar bizde de var” diyorum. Daha da sıcak davranıyorlar.
Başlangıç olarak çiğ balık hep ilgimi çeker. “Tartare de la mer” diyor. Hangi balık? Gününe göre değişiyormuş. Bugün mezgit
benzeri bir balık. Ismarlıyoruz.
Bir de ahtapot salata. Ceylan ise domates salatası istiyor.
Mezgit tartarı çok ince dilimlenmiş laym, espelette biberi, rezene ve rezene tohumu ile lezzetlendirmişler. Ahtapot salata da çok iyi. Mercankök, kekik gibi otlar, zeytin, sarımsak, ince kesilmiş kabak ve domates ile bir vinegret hazırlamışlar. Ahtapot gerçekten taze. Domates salatasının ortasına bir dondurma oturtmuşlar. Zeytinyağı dondurması. Eriyince sos oluyor. Ceylan cömert. Bize birer lokma veriyor. Pesto soslu makarnasını da beğeniyor. Ne yazık ki henüz balık yemiyor. Onun yaşındayken ben de deniz ürünü ağzıma koymaz, etin kemiklisini yemez ve köfte/makarna ile idare ederdim.
Zamanı durdurup 60’lara gitmek mümkün mü?
İki kiloluk mercan bütün pişmiş ve usta garsonumuz gözümüzün önünde harika bir
şekilde kılçıklarından ayırıp fileto çıkarıyor. Mercan genellikle kuru olur ama bu çok iyi. Denizin soğuk olması önemli tabii. Bir de pişirme...
Vermentino üzümünden yapılan ada şarapları bu tip deniz ürünleri için biçilmiş kaftan.
2013 Yves Lecciad’Croce ısmarlıyorum. Yapılı, tuzlumsu bir mineralite ile narenciye ağırlıklı zengin meyvemsi özellikleri birbirini dengeleyen çok iyi bir şarap. 41 Avro. 100 üzerinden 92.
Ayrılırken hava açıyor. Centuri 1.5 saat. Yarım saati doğru dürüst yol, ötesinde yollar bozuluyor. Ülkemizin yollarını anımsatıyor. Mola vermek zor ama yolda pek kimse olmadığı için arabayı durdurup yola çıkıp fotoğraf çekiyoruz. Centuri’ye vardığımızda gözlerimi ovuşturuyorum. Görüntü aynı İkinci Dünya Savaşı ertesi Luchino Visconti, Roberto Rosselini gibi yönetmenlerin neo-realist filmlerindeki balıkçı kasabaları gibi.
Kahvemizi yudumlarken düşünüyorum: Acaba zamanı durdurup 60’lara geri gitmek
mümkün mü? Bir günlüğüne de olsa cevap olumlu.
Misafirperverlik ölmemiş burada
CANIM tatlı da çekiyor ama fazla yemek istemiyorum.
En iyisi kayısı sableyi hanımla paylaşmak.
Bir ısmarlıyorum ama üç tatlı geliyor önümüze. İkincisi bir kadehin içinde sunuluyor. Tabaka tabaka farklı narenciye ve kara orman meyvelerinden mus ve jöle hazırlamışlar.
Harika. Karamel soslu, siyah
ve beyaz çikolata ve pralinli pasta da çok iyi. Hepsinden
birer çatal alalım diyoruz
ama hepsi tertemiz oluyor.
Tatlılar müessese ikramı. Beni elbette ki tanımıyorlar. Bizim iştahla yediğimizi
görünce herhalde bize kanları ısınıyor. Korsikalılar böyle. Misafirperverlik ölmemiş burada.