Yazıyı okumadan önce elinize değer verdiğiniz bir eşyayı almanızı rica edeceğim.
Yanınızda bulunsun.
Yazıma sinir hücrelerimizle ilgili bilgi vererek devam etmek istiyorum:
Sinir hücrelerimizin kendini yenileme yeteneği çok sınırlıdır. Bir sinir hücresini kaybettiğimizde o sinir hücresi kendisini yenileyemez. Yaşlanmanın göstergesi olarak sinir hücrelerini kaybetmeye başlarız.
Sinir hücreleri kaybıyla beraber unutkanlık, erken yaşlanma, belli tip hastalıklar, rahatsızlıklar ve sizi hastane koridorlarına götüren bir süreç başlar.
Bu noktada sinir hücrelerimizi yıpratan ve onları fazlasıyla kaybetmeye sebep olan bizleriz.
Her sıkıldığımızda, endişelendiğimizde, üzüldüğümüzde, öfkelendiğimizde ve sinirlendiğimizde sinir hücrelerimizi yıpratma sürecine sokuyoruz. Böylelikle unutkanlık, erken yaşlanma, belli tip hastalıklar, rahatsızlıklar sürecini de başlatmış oluyoruz.
Yazımı okumaya ilk başladığınızda yanınıza değerli bir eşya almanızı istemiştim. Farz edelim, şu an çok üzgünsünüz veya canınız sıkkın veya sinirlisiniz o zaman elinizdeki o eşy
OKB açılımı obsesif kompulsif bozukluktur.
Saplantılı düşüncelerin bireyi belli davranış kalıplarına soktuğu durumlardır.
OKB'den muzdarip kişilerin, endişeli düşüncelerinin oluşturduğu yıkama, kontrol etme ve etkisizleştirme gibi itkisel davranışları vardır.
OKB'de bu endişeli düşünme hali saplantı olarak adlandırılır ve bu düşünceler, bu davranış kalıplarına uyması için kişiye zorbalık yapar.
OKB'yi, sürekli taleplerde bulunarak kişiyi tamamen küçük düşürecek ve buyruğu altına alacak bir şantajcı olarak düşünebiliriz.
Kişisel sorunların çocukluktaki kökenlere dayandığını düşündüğümüz gibi OKB'da çocukluktaki kökenlere dayandığını düşünebiliriz.
Eğer OKB'niz varsa yalnız olmadığınızı bilmeniz gerekiyor. Bu durumun insanların yüzde 1'nde bir ölçüde mevcut olduğu tahmin ediliyor.
Dünya Sağlık Örgütü OKB'yi dünyada insanı en aciz bırakan ilk on hastalıktan biri kabul etmiştir.
Hiçbir zaman ayrılamayacağınızı bildiğiniz bir yalancıyla yaşamak zorunda olduğunuzu düşünmenizi istiyorum.
Yalancı olduğunu anlamanız biraz uzun sürdü. En başta ondan bir şey istediniz 'yapacağım,' dedi yapmadı.
Söz verdi, tutmadı.
Siz onun sağlığından endişelendiniz, 'seni seviyorum, seninle birlikte sağlıklı ve mutlu yaşamak istiyorum,' dediniz, o size 'evet, söz veriyorum, bu sene zararlı maddeleri kullanmayı bırakacağım,' dedi. Mutlu oldunuz, beklediniz, sene bitti o hala zararlı maddeleri kullanmaya devam etti.
Siz pes etmediniz ve ona dediniz ki 'seni seviyorum, seninle birlikte uzun bir ömür yaşamak istiyorum, başarıdan başarıya koşmak istiyorum,' dediniz o size 'tamam söz veriyorum, bu pazartesiden itibaren programlı bir şekilde çalışmaya başlayacağım,' dedi. Siz sevindiniz, heyecanlandınız ancak pazartesi akşamı tüm gün bıyunca tembellik yaptığını gördünüz veyahut salı günü ya da bir hafta sonra programını bıraktığını ve eski hayatına geri döndüğünü gördünüz.
Bu sefer yine sağlığından endişe ettiniz ve yine ona 'seni seviyorum, çok kilo alıyorsun, yemene içmene dikkat etmiyorsun, spor yapmıyorsun, çok oturuyorsun, böyle yapma bak her yerin ağrımaya başladı,
Bu hafta karşılaştığım bir olayı anlatmakla yazıma başlamak istiyorum. Güzellik sektörüne küçük yaştan beri emek vermiş ve şu an güzellik alanından mezun olmaya çalışan bir gence rastladım. Laf lafı açınca konu sosyal medyaya geldi. Kendisi sosyal medya kullanmıyormuş, gerek duymuyormuş. 'Olabilir' diye düşündüm. Konuşma ilerleyince güzellik alanı için sosyal medyanın onun hayatında önemli bir rol oynayabileceği, ileride kendi markasını yaratabileceği tarzında fikirler ürettim. Ancak kendisinin cevabı beni şaşırttı: ''Uğraşamam!'' Ben, kendisinin henüz çok genç olduğunu, sektöre hakim olmak için küçük yaştan beri mecburen bile olsa çalıştığını ve devamını getirebileceğini söyleyerek yürüklendirmeye çalıştım. Biraz çabayla çok güzel şeyler yaratabileceğini, biraz gözü açık davranmasını böylelikle güzellik sektörünün eksiklerini tespit ederek belki alana yenilik getirebileceğini anlattım. Cevapları ise; 'çabalamama gerek yok', 'ben böyle iyiyim' şeklinde oldu. Şaşkınlığım yerini üzüntüye bıraktı. Henüz on dokuz yaşında olan bir genç hayatta pes etmiştir, bu dünyaya katkısı olmayacaktır. Biraz sonra özgüven kavramı ile ilgili sorunları olduğunu söyledi. Psikolog olarak, konuya
Bazı ailelerden çocukları hakkında konuştuklarında şöyle cümleler duyuyorum: ''Bu çocuk benim umudum.'', ''Bakalım, geleceğimiz o bizim!'', ''O, iyi yerlere gelecek.'', ''Annesine, babasına bakacak.'', gibi.
Bu cümleler benim tüylerimi diken diken ediyor. Bu sebeple yazımda bu konuyu mercek altına alacağım.
Bir ailenin kalkınması demek, o ülkenin kalkınması demek. Peki bir ailenin kalkınması çocuklarına mı bağlı? Beş-altı yaşlarında oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıp bu kadar büyük bir sorumluluk yüklemek çok ta iyi değil gibi. Peki sorun nerede başlıyor?
Bu işin püf noktasını görememekle başlıyor. Püf nokta ise şu: Çocuk gözünden yetişkinlere bakmak.
Bir çocuk yetişirken, yetişkinlerden yeterlilik, destek, yüksek bilinç düzeyi, kararlılık, gerekli tüm imkanların sağlanmasını bekler.
Ancak 'tek umudum çocuğum' dediğiniz noktada, yetişkin olarak siz çocuğunuzdan, onun sizden beklediklerini bekliyor oluyorsunuz.
Eğer yukarıda saydığım dinamikler yoksa çocuk kimsenin umudu olmak zorunda değildir. Bu dinamikleri sağlamadan bir ailenin çocuk üzerinden kalkınması mümkün değildir.
Önce ebeveyn olmaya hazırlanan bireylerden bu dinamiklerin sağlanması beklenir ve sonra
Bütün dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi dost göremedim. Hz. Ömer
Geçtiğimiz günlerde bir düşünür tarafından 'konuşma' ile ilgili bilgiler edindim. Ağzımızdan çıkan her kelime hayatımızda çok önemli bir yer ediniyor. Özellikle çocuklarımızı yetiştirirken kullandığımız kelimeler çocuklarımızın geleceğini şekillendirebiliyor. Kendimizi birisine tanıtırken kendimiz için kullandığımız kelimeler bizi biz yapıyor. Çevremizdekileri eleştirmek, yargılamak hep kelimelerden geliyor. Yazar James Allen, 'etkili söz söylemek; insanlara rehber olmak, etkili düşünmeye bağlıdır,' derken ne kadar doğru söylemiş! Kim önce doğru düşünüp sonra konuşuyor? Bu nedenledir ki etrafımız hep kara bulutlar... Hep kötü sözler, eleştiriler, yargılama ifadeleri, haset, kötü niyet, şikayet cümleleri ve beraberinde mutsuzluk...
Düşünür şunu söylüyor: Gözlerimiz ikişer yaratılmış. Gözlerimiz biz kapamadıkça açık. Etrafımızı görmemiz için hazır bekliyorlar.
Kulaklarımız yine ikişer yaratılmış. Kulak deliğimizin önünde hiçbir engel yok. Biz onları tıkamadıkça etrafımızı dinlemek için hazır bekliyorlar.
Ama ya dilimiz? Dilimizin önünde iki kilit bulunuyor. Bunlardan biri dişlerimiz
Geçtiğimiz hafta çarşamba günü sabahın erken saatlerinde Denizli'de meydana gelen deprem İzmir'de fazlasıyla hissedildi. Depremin şiddetinin 5.5 şiddetinde olduğu açıklandı. Ben o esnada bulunduğum yerde tek başına idim. Normalde depremden çok korkan biri değilken o sabah dehşete kapıldım. Sanırım İzmir'de depremi en çok hisseden bendim!
Sonrasında gün boyunca o anı düşündüm. Gerçekten hayatın kıymetini bilmemiz gerektiğini tekrar tekrar bize hatırlatan ne çok şey varmış! Bunlardan en önemlisi doğa olayları imiş!
Meğer çantada keklik sandığımız şeyler ne kadar kıymetliymiş.
Kainatın sağlam durmasına, güneşin dünyaya olan uzaklığına, denizlerin dalgasına, rüzgarın yönüne durup durup şükretmemiz gerekiyormuş.
Soluduğumuz hava çok değerliymiş.
Kendi sorunlarımız, bu kusursuz düzenin yanında küçücük detaylarmış.
Velhasılıkelam, gök ve yer, yerli yerinde dursun da insani sorunlar bir şekilde çözülür diyor, doğa olaylarını en derinden yaşamış tüm okurlarıma geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.
Pareto İlkesi Nedir?
80/20 kuralı, Asgari Çaba İlkesi, Dengesizlik İlkesi olarak da bilinen bu prensip İtalyan ekonomist Vilfredo Pareto tarafından bulunmuştur. Bu ilke şunu açıklar: ortaya çıkan sonuçların %80'i, nedenlerin sadece %20'sinden kaynaklanır. Buna göre eğer bir işin en önemli %20'lik kısmını çok iyi yaparsanız, işin %80'inini bitirmiş olursunuz. Bu şaşmaz bir matematiksel kuraldır ve hayatımızın her alanında etkilidir. Buna göre sizlere ufak bir tüyo vermek istiyorum: Eğer gelirinizin %20'lik kısmını biriktirirseniz oldukça güzel kazançlar elde edersiniz.
Örnekler:
İlkenin, günlük hayatımızda pek çok örneği bulunmaktadır. Baktığımızda en temeli; sorunların %80'i nedenlerin %20'sinden oluşur. İlkenin çıkış noktası olan 19.yüzyıl İngiltere'sinin servet ve gelir dağılımını inceleyen Pareto'nun ülkenin %80 zenginliğinin , nüfusun %20'sine ait olmasını görmesi bir diğer örnektir ve bu günümüzde de devam etmektedir.
Diğer örnekler: