Her akşam televizyonda çocuklar için, uyku saatinde “iyi uykular“ diye bir bant ekrana geliyor ya, dün akşam o bant yerine, Gençlerbirliği-Fenerbahçe maçının ilk yarısı gelseydi, çocuklar yataklarına bile gidemeden oturdukları yerde derin bir uykuya dalarlardı...
Fenerbahçe’yi anlamakta zorluk çekiyorum... Kadıköy’deki Fenerbahçe ile İstanbul dışındaki Fenerbahçe arasında dağlar kadar fark var... Ne oluyor kardeşim, deplasmanda adam mı yiyorlar...
Hani demişler ya “Okullar olmasa Milli Eğitim’i ne güzel yönetirdim“ diye... Deplasman maçları da olmasa Fenerbahçe’nin sırtı yere gelmeyecek de, ligin kuralı bu; Ne kadar içerde oynuyorsan, o kadar dışarıda oynayacaksın...
Üstelik son iki maçtır, farklı kazandığı Elazığspor maçı da dahil, Fenerbahçe sanki geri pasa, yan pasa, yürüyerek hücuma geri dönüyor gibi... Oysa Fenerbahçe’nin en büyük kozu hızlı hücum değil mi? Böylece rakip savunmayı az adamla yakalamak değil mi ?
Fenerbahçe, Ankara deplasmanında yürüyerek oynadı... Hızlı hücumu hiç düşünmedi... Takımın geçmiş maçlardaki iki büyük kozu, yani iki beki Gökhan ile Caner, eski maçlarının gerisinde kaldılar, hücum etkinliğinde hiç görünmediler... Başlangıçta Fenerbahçe’yi
Fatih Terim, Galatasaray’ın bugün oynayacağı Rizespor maçına gideceğini söylemiş...
Elbette gider...
Seyirci olarak gider, taraftar olarak gider, en önemlisi Milli Takım’ın hocası olarak gider...
Başkan gider mi? Hiç sanmam...
Adı geçen yöneticiler gider mi; ihtimal vermiyorum...
Cumartesi günü için ya bir işleri, ya da seyahatleri çıkacaktır...
Galatasaray ‘a yakışanı yaptılar… Lucescu ‘yu şampanyalı “ veda partisi “ ile uğurladılar…
Rijkaard giderken , Galatasaray kültüründen örnekler sergilediler …
Skibbe , Hagi gibi sıradan hocaların gidişinde bile Galatasaray’ın örnek tavrını korudular …
Yedi kat yabancılara bu özeni gösterenler;
Kendi öz evlatlarıyla görüşmeden, konuşmadan, haber vermeden yolları ayırdılar …
O öz evlat ki , kulübün profesyoneli olsa bile ,Galatasaray ‘ın 7446 sicil numaral Yüksek Divan Kurulu üyesi Fatih Terim …
Profesyonelliğe gelince;
Beşiktaş’ın yetmişbin küsur Karakartal’ı koca Olimpiyat Stadı’nda kanatlarıyla adeta bir “Gök kafes” kurmuştu... Sanki o kanatlarla yeri-göğü kaplamış, “buradan çıkış yok“ der gibiydi...
Ama gördük ki, Galatasaray bu muhteşem atmosferden çok da etkilenmiş gibi görünmedi... Maça da bayağı iyi başladı... Öyle ki Beşiktaş iki pas yapmakta bile zorlandı...
Acaba dedim, Beşiktaş’ın gençlerinin heyecanı, Galatasaray’ın ustalarının tecrübesine mi yenik düşecek... İşte burada Beşiktaş’ın yardımlaşması, dayanışması, takım halinde savunma yapabilmesi o sıkıntılı dakikalarda bir darbe yemesini önledi...
Öyle ki her zaman hücumda daha sıkça gördüğümüz orta alanın iki kenar adamı Gökhan Töre ile Olcay Şahan, takımın ektra bekleri gibi oynadılar...
Ancak o Gökhan Töre, öyle bir atak geliştirdi, Melo gibi bir tecrübeden o kadar iyi sıyrıldı ki, Serdar’ın bindirmesi, Almeida’nın arka direk klasiği Kartal’a golü getirdi...
Golün hemen sonrasında bir Almeida füzesinin Muslera’dan dönmesi, gol öncesi sanki Fernandes’in Muslera ile karşı karşıya kaldığı pozisyonda, kalitesi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan “berbat“ vuruşu, Beşiktaş’ın başka gollerle tanışmasını engelledi...
Ancak
Futbolun her türlü ibresi Beşiktaş’tan yana... Eğer istatistikler, rakamlar her zaman kazansaydı “Banko Beşiktaş” diyebilirdik...
Ama futbolun ruhu var, duygusallığı var, her maçta ortaya çıkardığı başka başka kahramanları, süprizleri var...
Onun için üç sonuca açık, ancak maç öncesi “Beşiktaş’ın favori olduğu” bir derbi izleyeceğiz...
Önceleri bırakalım, sadece son iki haftada iki takımın koşu mesafelerine bakalım:
Beşiktaş, üçüncü haftada Gaziantep maçında 111.7, son hafta Bursa karşısında 116.7 km. koştu...
Maçtan saatler önce sıkı Galatasaraylı bir dostum aradı “çok heyecanlıyım, ne olur maç” dedi...
“Merak etme” dedim, “Galatasaray böyle maçlara alışık. Kafa kafaya oynar...”
Maça iki saat kala kadrolar belli oldu... Sıkı Galatasaraylı dostumu bu defa ben aradım...
“Hayrola“ dedi, “Söylediklerimi geri alıyorum. Maalesef Real Madrid farka gider“ dedim...
Bu düşüncemi Milliyet spor müdürü Tayfun Bayındır ile de paylaştım...
Maçtan önce, kadrolar belli olduktan sonra hangi arkadaşımla konuştuysam, hepsi “bu nasıl kadro böyle“ dedi...
Bırakın kulübeyi, tribünde otura otura, belki de maç alışkanlığını bile kaybetmeye başlamış Dany ile Riera, orta alanda son Antalya maçında ıslıklanarak oyundan çıkan Engin...
Galatasaray’ın abartısız tam bir düzine gol fırsatı yakalayıp, sadece bir gol atması, beceriksizlikle birlikte tam bir futbol mucizesi... Antalyaspor’un bu kadar kötü oynayıp, bu kadar savunmada kalıp, bu kadar ilkel bir anlayışla Arena’dan bir puan çıkarması, kelimenin tam anlamıyla bir başka futbol mucizesi...
Daha 7. Dakika... Galatasaray’ın direkten dönen iki şutu, Burak’ın iki, Drogba’nın bir mutlak pozisyonundan biri- ya da ikisi gol olsa, belki de gol rekoru olurdu...
Ama sonraki dakikalarda öyle goller kaçtı, öyle goller kaçtı ki, tribündeki, ekran başındaki Galatasaray taraftarları da adeta aklını kaçırdı...
Galatasaray kaçan iki puan için eleştirilebilir... Ama Galatasaray’ın oyun iştahını, maça asılışını eleştirmek sanırım hakça olmaz...
Ancak Drogba gibi bir futbol ustası, bir gol makinesi bu kadar net pozisyonları kaçırıyorsa, bir başka gol makinesi Burak Yılmaz bu kadar etkisiz kalıyorsa, milli maçın üç gollü oyuncusu Umut, direğin dibinden topu içeri yollayamıyorsa, o zaman böyle futbol mucizeleri oluyor...
O zaman, Antalya da bu oyunuyla beraberliği alıp gidebiliyor...
Galatasaray bu baskısına, bu iştahına ve bu kadar pozisyon zenginliğine rağmen
Daha düne kadar bu takım değil miydi, ezilen, büzülen yenilen...
Bu takım değil miydi, puana hasret, galibiyete aç kalan...
Oysa bu çocuklar bizim çocuklar...
Dün ezilen, büzülen;
Bugün tarih yazan bizim çocuklar...
Onları zamanında “Usta”ya teslim etseydik, çok şey değişirdi...
İnanın çok şey değişirdi...