Çağımızın öne çıkan siyasi hareketlerden biri, milliyetçilik ve ayrılıkçılıktır. Özellikle son yıllarda Avrupa dâhil, dünyanın birçok yerinde bu akım devletlerin mevcut siyasi yapısını zorlamış, bazı hallerde de coğrafyayı değiştirmiştir.
Ayrılıkçılık veya devlet topraklarında bağımsızlık akımının dayandığı konsept halkların kendi kaderlerini belirleme, yani self-determinasyon hakkıdır. Ne var ki evrensel bir değer olarak kabul edilen bu prensip aynı şekilde uluslararası destek gören diğer bir prensiple yani devletlerin egemenlik hakkı ve toprak bütünlüğü ilkesiyle çelişiyor.
Yakın geçmişte bunun neden olduğu uyuşmazlıkların, hatta çatışmaların çeşitli örnekleri vardır. Ayrılıkçı çıkışlar, bazı temel şartlara ters düşmesinden dolayı başarısızlığa uğramıştır.
İç mutabakat
Şu sırada herkesin sonucunu merakla beklediği iki yeni örnek var: Irak Kürdistan’ı ile İspanya’nın Katalonya bölgesindeki bağımsızlık çıkışı...
Tesadüf eseri, birbirinden binlerce kilometre uzaktaki iki ülkede birkaç gün arayla (25 Eylül ve 1 Ekim) bağımsızlık referandumu yapılacak.
Çoğu örnekte görüldüğü gibi, bu referandumlardan “evet” çıkması bağımsızlığın gerçekleşmesini garantilemez. Bunun olabilmesi
Gün geçmiyor ki Türkiye ile Almanya arasında gerginliği tırmandıran yeni bir olay çıkmasın...
Son gelişme, Almanya’nın Türkiye’ye silah satışını kısmaya karar vermesi.
Böylece Ankara ile Berlin arasındaki uyuşmazlığa ve gerilime şimdi bir “askeri boyut” ekleniyor.
Alman makamları bu davranışına sebep olarak Türkiye’deki “insan hakları ihlalleri”ni öne sürüyor. Fiilen olan şey, bir NATO üyesinin, ulus güvenliği tehdit edilen bir müttefikiyle askeri işbirliği yapmaktan vazgeçmesi ve onun aklınca ona karşı bir nevi yaptırım uygulamasıdır.
Bozuşmanın nedenleri
Siyasi alanda tarih boyunca birbirine yakın duran iki ülke giderek birbirlerinden uzaklaşmış durumda. Bunun iki taraf için çeşitli nedenleri var.
Türkiye açısından uyuşmazlığın başlıca nedeni, Almanya’nın Türkiye’ye karşı düşmanca davranması, PKK ve FETÖ mensuplarının faaliyetine destek olması veya göz yummasıdır. Buna son olarak iadesi istenen bazı “kaçaklar”ın barındırılmasını, ayrıca Şansöyle Merkel başta olmak üzere Alman yetkililerinin Türkiye’nin AB ile müzakerelerini askıya almak (hatta onu Birliğin dışında tutmak) niyetlerinin açıkça ilan edilmesini de eklemek gerek.
Arakan dramı karşısında dünya neden bu kadar duyarsız ve aciz kalıyor?
Myanmar’ın (eski adı Burma veya Birmanya) Arakan eyaletinde yaşayan bir milyonu aşkın Müslüman’ın neredeyse üçte biri, uğradığı zulüm ve saldırıdan kaçarak komşu Bangladeş’e sığınmış durumda.
Bangladeş’in kendisi fakir bir ülke. Kitlesel bir göçü kaldıracak halde değil. Zaten bu yüzden başta Arakan’dan kaçanlara sınırlarını kapalı tuttu. Daha sonra kapılarını açtı, ama bu kez onları barındırmakta büyük zorluk çekmeye başladı.
Türkiye’nin bu konuda öncülük yaparak Arakan faciasını dünyaya duyurması, uluslararası yardım çağrısında bulunması ve bizzat mültecilerin ihtiyaçlarını karşılaması, ibret verici bir davranış. Ama ne yazık ki Türkiye’nin destek çağrılarına kulak veren şimdiye kadar pek az ülke çıktı.
Onlar nerede?
Bu gibi hallerde Batı’nın bencilliğinden ve ilgisizliğinden şikâyet edilir. Bunda büyük ölçüde gerçeklik payı var tabii. Ama bu insanlık dramı karşısında seyirci kalan Rusya’dan Çin’e kadar büyük güçler, Katar’dan Suudi Arabistan’a kadar Müslüman dünyasının zengin ülkeleri için ne demeli?
Basına yansıyan haberlere bakılırsa, Teksas’taki kasırgadan sonra ABD’nin bu eyaletine 30 milyon dolar
Katar krizi baştan itibaren Türkiye’yi iki seçenekle karşı karşıya getirdi: İhtilafta tarafsız kalmak ve kimseye angaje olmamak veya tavrını ortaya koyup aktif olarak devreye girmek...
Ankara ikinci şıkkı seçti ve tercihini Katar’dan yana kullandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Türk yetkililer Suudi Arabistan’ın başını çektiği, ABD destekli (veya güdümlü) blokun Katar’a karşı yaptığı suçlamalara ve hızla uyguladığı ablukaya karşı çıktılar ve Katar’ı desteklediklerini ilan ettiler.
İktidarın bu tutumu lafta kalmadı. Türk diplomasisi Katar’ın lehinde yoğun temaslara girişti, bu küçük Körfez ülkesinin yaşamaya başladığı yiyecek sıkıntısını gidermek için ablukayı yarıp doğrudan yiyecek sevk etmeye başladı... Ve en önemlisi, hükümet daha önce Katar’la imzalanan bir anlaşmayı Meclis’ten acele geçirterek, Körfez’de Türk askeri varlığını kurmaya yönelik ilk adımını attı...
Tercihin nedeni
Türkiye’nin Arap ülkeleri arasındaki bir ihtilafta bu kadar net bir tavır alması, ilk bakışta şaşkınlık yaratmadı değil...
Türkiye’nin Katar’la tarihi bağları ve stratejik çıkarları var. Ama Ankara’nın Suudi Arabistan ve Arap Emirlikleri ile de benzer ilişkilerinin bulunduğu biliniyor.
Geçen cumartesi gecesi Londra’nın göbeğinde gerçekleşen terör saldırısının iki buçuk ay içinde İngiltere’de girişilen bu tür eylemlerin üçüncüsü olması kafalarda birçok soru yarattı.
Birinci soru şu: Neden İngiltere?
Gerçekten terörün son zamanlarda Britanya’ya dadanması dikkat çekici. Gerçi “sınır tanımayan terör” daha önce Avrupa’da Fransa ve Almanya’da da boy göstermişti. Son zamanlarda Bağdat ve Kabil’de teröristlerin kanlı saldırıları epey sıklaştı. Bu arada terör ta Endonezya’ya ve Filipinler’e kadar uzandı...
Terör odaklarının İngiltere’yi bu kadar sık hedef almalarına bir mana vermek zor. Britanya Kuzey İrlanda ayrılıkçı hareketinin sahneye çıktığı yıllardan beri terörle savaş deneyimini yaşamış bir ülke. Güvenlik alanındaki performansı iyi. Ülkeye göç edenlere karşı tutumu ve onları entegre etme yeteneği diğer birçok Avrupa ülkesinden üstün...
İdeolojik etki
İngiltere Irak ve Suriye’de hava operasyonlarına katılan koalisyonun bir üyesi olarak IŞİD’in hedef listesinde yer alıyor. Ama o listede Britanya kadar sık saldırılara hedef olmayan birçok ülke var.
IŞİD’in ideolojisine bağlanan ve bu örgütün saflarına katılıp Suriye’de savaşan Asya ve Afrika kökenli epey İngiliz vatandaşı
ABD Başkanı Donald Trump yapacağını yaptı ve seçim kampanyasında verdiği bir sözü daha yerine getirmek üzere ülkesini Paris İklim Anlaşması’ndan geri çekti.
Trump’ın bu kararı, Beyaz Saray’a oturduktan hemen sonra giriştiği diğer birçok hamleler gibi, ABD içinde olduğu kadar bütün dünyada büyük gürültü kopardı.
Bu tepkinin nedeni, alınan kararın tüm insanlığın geleceğini etkileyecek bir meseleyle ilgili olmasıdır.
Yaklaşık 200 ülkenin 2015’te Paris’te imzaladığı İklim Anlaşması, dünyada sürekli artan karbon emisyonlarından kaynaklanan küresel ısınmayı -ve bundan doğacak ekolojik felaketi- önleyecek tedbirler öngörüyor.
Aslında ABD’nin de (Obama döneminde) önayak olduğu bu küresel pakt, bütün ülkelere karbon emisyonlarını frenlemek, “temiz enerji” kaynaklarını geliştirmek ve çevreyi korumak yükümlülüğünü veriyor. Bunda en büyük sorumluluk da ABD, Çin ve karbon emisyonları yüksek olan ülkelere düşüyor.
Bencil davranış
ABD’nin bu anlaşmayı seve seve kabul ettiği bir ortamda geçen yılki seçim kampanyasında Donald Trump’ın iktidara gelmesi halinde bu sözleşmeden çekileceğine dair sözleri -diğer birçok lafı gibi- pek ciddiye alınmamıştı. Daha doğrusu, bu yeni Başkan’ın ilk işlerinden birinin
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen perşembe günü Brüksel’de AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ve komisyon Başkanı J.C. Juncker ile yaptığı üçlü toplantının en olumlu yanı, Türkiye-AB müzakere sürecinin bir yol haritasına veta kvime bağlanması oldu.
Böylece son zamanlarda kesintiye uğrayan sürecin “yeniden canlandırılacağı”na dair yapılan açıklamanın lafta kalmayacağı ve bu yönde önümüzdeki 12 ay içinde somut adımların atılacağı mesajı veriliyor.
İlk adımlar 13 Haziran’da direktörler, temmuz ayında da bakanlar düzeyinde atılacak. Ekim veya kasım ayında da liderler toplanacak.
Bu arada gerek Türk, gerekse AB tarafında, gündemdeki çeşitli konular üzerinde gerekli çalışmalar yapılacak ve müzakerelere yeni bir ivme kazandırılacak.
Şimdiye kadar iki tarafın da bilinen pozisyonlarında ısrar etmeleri, süreci tıkamış ve ilişkileri dondurmuştu. Brüksel’de son alınan karar, tarafların bu pozisyonlarında değişiklik yapmak zorunluluğu duyduklarını gösteriyor.
Nitekim hazırlıklar bu yönde başlamak üzere...
Demokratik atılım
Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki günkü bir konuşmasında “Demokraside ve ekonomide yeni atılımlara hazırlanıyoruz” demesi, iktidar partisinin ve hükümetin bu çabalarının yeni AB s
Son haftalarda Türkiye ile AB arasında süregelen uyuşmazlık ve gerginlik, Birlik’le iplerin kopma noktasına geldiği izlenimini verdi.
Konuşmalarında sık sık Türkiye’nin AB tarafından yıllarca oyalandığını ve artık sabrının tükendiğini belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, önceki gün Brüksel’e hareket ederken sert bir çıkış yaptı ve “AB Türkiye çekilsin diye bekliyor havasında; böyle bir şey varsa kararını versin, biz zorluk çıkarmayız” dedi.
Cumhurbaşkanı’nın bu sözleri, aslında Türkiye’nin, bütün düş kırıklığına ve kızgınlığına rağmen, AB ile üyelik müzakereleri sürecine son veren taraf olmak istemediğini ortaya koydu ve topu Birliğe attı.
Ancak açıkçası hiç kimse, Brüksel’de AB yöneticilerinin Erdoğan’a “Biz bu süreci kesiyoruz” demesini beklemiyordu. Çünkü bütün engellere ve zorluklara rağmen Türkiye gibi AB de karşılıklı çıkarların bu ilişkileri vazgeçilmez hale getirdiğinin farkında...
Nitekim Brüksel’deki görüşmelerden çıkan sonuç, “tamam” değil, “devam” oldu...
Yeni bir umut
Erdoğan’ın AB Konsey Başkanı Donald Tusk ve Komisyon Başkanı J.C. Juncker ile yaptığı üçlü toplantıdan sonraki kısa açıklamada kesintiye uğrayan müzakere sürecinin canlandırılacağı, aynı şekilde mültecilerle ilgili