Türk-Amerikan ilişkileri, Brunson davasının kapanmasıyla önemli bir dertten kurtulmuş oldu.
Bir an için şöyle düşünelim; Eğer şu “papaz davası” başka şekilde sonuçlansaydı ve rahip Brunson serbest bırakılmasaydı, Türkiye’de piyasalar ve ekonomi ne sıkıntılar çekecek, iki ülke arasında gerginlik nerelere tırmanacaktır...
Amerikalı Pastör’ün ülkesine dönmesiyle, en azından bu olumsuzluklar önlendi. Ayrıca onun için Beyaz Saray’da yapılan tören ve Başkan Trump’ın bu vesileyle verdiği demeç, ikili ilişkilerde son zamanlarda hâkim olan soğuk havayı azıcık da olsa ısıttı.
Trump ilişkilerin geleceği hakkında iyimser mesajlar verdi. Brunson olayının son bulmasıyla ilişkilerin düzelmesinde “büyük bir adım” atıldığını belirtti ve bundan sonra ilişkilerin yine eskisi gibi, hatta “harika” olabileceğini söyledi.
Kuşkusuz bu olayla havanın düzelmesi önemli bir gelişme. Ama unutulmamalı ki “papaz davası” ikili ilişkilerde sorun ve kriz yaratan tek konu değil. Ondan çok daha önemli ve tehlikeli birçok uyuşmazlık var. İlişkilerin “harika” olması bunların çözümünde de büyük adımların atılmasına bağlı.
Sorunlar listesi
Uyuşmazlıklar listesi gerçekten uzun. FETÖ meselesi, Halk Bankası davası, PYD/YPG’ye
Suudi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da kaybolmasından 10 gün sonra, olay bir muamma olmaya devam ediyor.
Uluslararası boyutlar almaya başlayan bu esrarengiz olayla ilgili sorulan pek çok soru henüz yanıt bulmuş değil. Konu hakkında çeşitli iddialar, tahminler ve argümanlar ortaya atılıyor.
Bunların çoğu 2 Ekim’de Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na giren Kaşıkçı’nın öldürüldüğü veya kaçırıldığı üzerine odaklanıyor.
Şimdiye kadar yapılan çalışmalar bu kanıyı güçlendirmekle beraber, iddianın kesinleşmesi ve resmi bir açıklamanın yapılabilmesi için olup bitenlerle ilgili kanıtların ortaya çıkması gerekiyor.
Bunun kolay bir iş olmadığı ve zaman alacağı bir gerçek.
Dolayısıyla, bu aşamada soruşturmanın bütün yönleriyle tamamlanmasını ve bu çalışmalardan somut sonuçların çıkmasını beklemek icap ediyor.
Türkiye’nin tutumu
Olayın İstanbul’da meydana gelmiş olması, doğal olarak Türkiye’yi direkt ilgili ülke olarak öne çıkarmıştır. Ankara bu esrarın çözülmesi için hemen devreye girmiş, kısa zamanda ilk belirleyici bilgi ve bulgulara ulaşmış, ancak meseleyi soğukkanlılık ve sabırla ele almayı da ihmal etmemiştir.
Türkiye AB üyeliğinden vazgeçmek niyetinde midir?
Cumhur- başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen cuma günü TRT World’ün düzenlediği bir toplantıdaki konuşmasında Avrupa Birliği ile ilişkilere dair yaptığı sürpriz çıkış, bu soruyu gündeme getirdi.
Türkiye’nin AB ile bir türlü sonuçlanmayan uzun müzakere sürecinden artık bıktığını hatırlatan Cumhurbaşkanı, Avrupalı liderlerin Türkiye’yi isteyip istemediklerini açıkça söylemeleri gerektiğini belirtti, aksi halde Türk halkının bu süreçle ilgili kararını vermesi için referanduma gidileceğini açıkladı.
Erdoğan bundan önce de çeşitli vesilelerle Türkiye’nin yıllardan beri AB kapısında bekletilmekten sabrının tükenmekte olduğunu belirtmiş ve Avrupalı muhataplarını net bir tavır ortaya koymaya çağırmıştı. Bu kez yaptığı çıkışın önemi, Türkiye’nin bu konuyu bizzat referanduma götürebileceğini açıklamasıdır. Bu, Türkiye’nin kendi inisiyatifiyle bu kararı vermeyi göze aldığı anlamına geliyor.
Halkın eğilimi
İş gerçekten bu noktaya geldi mi?
Şu anda böyle bir karar yok. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı referandum restini AB’ye bir uyarı veya baskı amacıyla çekmiş olabilir. Diğer bir deyişle, verilmek istenen mesaj, Türkiye’nin AB’den katılım müzakereleri
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Almanya ziyaretinden çıkan en önemli sonuçlardan biri, iki ülke arasında mevcut sorunlara rağmen, iyi ilişkilerin geliştirilmesi konusunda bir mutabakat sağlanmasıdır.
Gerek Erdoğan, gerekse Şansölye Merkel yaptıkları açıklamalarda, son zamanlarda Türk-Alman ilişkilerini bozan bazı siyasi uyuşmazlıkların (ki bunlar henüz halledilmiş değil) bundan böyle bir yana bırakılıp yakınlaşma ve işbirliği üzerinde odaklanması gerektiğini vurguladılar.
İlişkilere verilecek yeni yön konusunda böyle bir ortak anlayışın hâkim olması son zamanlarda yaşanan gerginliklerden sonra- umut verici bir gelişme...
Dış ilişkilerde çözümü imkânsız veya zor görünen sorunlarla karşılaşıldığında izlenebilecek iki yol vardır. Biri, ilişkilerin her alanda bozulması pahasına, sırf o anlaşmazlıklara takılıp kalmak, diğeri ise bu uyuşmazlıkların olumsuz etkilerini sınırlandırarak diğer alanlarda işbirliğini sürdürmektir.
Kuşkusuz sağduyu ikinci seçeneğin tercih edilmesini gerektirir. Özellikle ortak çıkarların ağır bastığı, “reel politika”nın daha büyük yarar sağlayacağı hallerde...
Türk ve Alman liderler bu akılcı şıkkı seçmişlerdir.
İkinci yol
Bu yolun bir faydası da iki ülke arasınd
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen haftaki New York ve Berlin ziyaretleri, ilk bakışta Türk dış politikasının yeniden Batı’ya yönelmekte olduğu izlenimini veriyor.
Ankara’nın son zamanlarda Batı ülkeleriyle bozulan ilişkilerini normalleştirmek istediği ve uluslararası konjonktürdeki değişikliklerden de yararlanarak bu yönde adımlar attığı ortada. Cumhurbaşkanı’nın son dış temasları da bunun bir işareti olarak gözükebilir.
Ancak bu gelişmeyi Türkiye’nin dış politika rotasını Batı’ya çevirmekte olduğu şeklinde algılamak, erken ve aceleci bir değerlendirme olur.
Her şeyden önce, Batı derken, bunun biri ABD, diğeri de Avrupa olmak üzere iki önemli ayağının bulunduğunu unutmamak lazım. Günümüzde, Türkiye’nin bu iki unsurla ilişkilerinde farklı durumlar yaşanıyor. Dolayısıyla, Batı derken artık eskisi gibi genelleme yerine daha ayrıntılı değerlendirme ihtiyacı çıkıyor.
Kaldı ki Cumhurbaşkanı’nın New York ve Berlin seyahatlerinin niteliğinde ve amaçlarında da önemli farklar var. New York’a gidiş BM Genel Kurulu toplantılarına katılmakla ilgiliydi, yani bir ABD ziyareti değildi. Seyahatin Berlin kısmı, Almanya’da bir “devlet ziyareti” niteliğindeydi ve en üst düzey resmi görüşmeleri
Bu hafta BM Genel Kurulu’nun yeni dönem toplantılarında yapılan konuşmalar, dünyanın gidişatıyla ilgili iki trendi ortaya çıkardı.
Bunlardan birincisi, uluslararası camianın temel meselelerde giderek bölünmesi, daha önce aynı safta olan ülkeler arasındaki görüş ayrılıklarının derinleşmesidir.
İkinci trend ise, günümüzün değişen şartlarına uyacak yeni bir dünya düzeninin kurulması isteğiyle ilgili.
Temel meselelerdeki ayrışmalar ve uyuşmazlıklar, ABD Başkanı Trump’ın konuşmasıyla açıkça gözlerin önüne serildi. Aslında Trump’ın dış ticaret rejiminden İran’la nükleer anlaşmaya kadar çeşitli dünya meselelerindeki farklı, tek yanlı tutumu bir süredir kendi müttefikleri dâhil, birçok ülkeyle arasını açıyor, yeni gerginlikler yaratıyor.
Zıt görüşler
Trump’ın Genel Kurul’daki konuşması, bu ayrışmayı kendi kişisel karakterine de uygun bir ideolojik temele oturtmaya çalıştığını gösteriyor. Örneğin, ABD’nin yıllar önce önayak olduğu ve yaydığı “küreselleşme” kavramı (veya kendi deyişiyle ideolojisi) artık onun nazarında geçerli değil. Onun yerine “vatanseverlik doktrini”ni ön plana çıkarıyor. Bu onun “Önce Amerika” sloganına uygun bir dış politika hedefi. Aynı zamanda kendisinin bencil, hırslı,
Soçi mutabakatı Rusya’nın Suriye stratejisinde sağladığı önemli başarılardan biri...
İdlib’de bir insanlık faciasını önleyen bu barışçı hamlede kuşkusuz Türkiye’nin büyük payı var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarlı çabası olmasaydı, herhalde İdlib’de bu yeni aşamaya girilemeyecekti.
Ancak bu olayda da Rusya Devlet Başkanı Putin’in gösterdiği esneklik, onun Suriye meselesinde öteden beri sergilediği diplomatik hünerin yeni bir örneğini ortaya koymuştur.
Soçi mutabakatından önce Rusya, İdlib sorununu Suriye’nin (ve İran’ın) desteğiyle, askeri yoldan halletmekte kararlı görünüyordu. Putin Erdoğan ile görüştükten sonra fikir değiştirdi ve bu kez Türkiye ile birlikte barışçı bir yol izlemeyi tercih etti.
Bu davranış Erdoğan gibi Putin’e de uluslararası destek kazandırdı. Ancak Rusya açısından bu başarının belki de en önemli yanı, Suriye rejiminin ve de İran yönetiminin- Putin’in aldığı yeni tutuma karşı ses çıkarmamasıdır.
Bunun gibi diğer bazı örnekler, Putin’in, Suriye politikasında farklı, hatta zıt eğilimli tarafları “idare” edebildiğini gösteriyor.
Farklı partnerler
Geçen cuma günü İstanbul’da
Bir diplomatik zafer sayılan Soçi mutabakatının hayata nasıl geçirileceği konusunda zihinleri meşgul eden birçok soru var.
Bunların büyük kısmı, İdlib bölgesinde “terörist” veya “cihatçı” diye tanımlanan grupların ne şekilde tasfiye edileceğiyle ilgili.
Mutabakata göre, son zamanlarda Rus ve Suriye güçlerinin hava ve kara operasyonlarının hedefi olan bu teröristlerin İdlib’den 15 Ekim’e kadar çıkmaları ve silahlarını terk etmeleri sağlanacak. Bu misyonu da bölgede 12 gözetleme noktası kurmuş olan Türkiye üstlenecek.
Bunun gerçekleşmesi için her şeyden önce “cihatçı”ların Türk-Rus mutabakatında öngörülen bu şartı yerine getirmesi gerek. Çoğu El Kaide ve El Nusra örgütlerinin devamı olan HTŞ’ye mensup olan bu radikallerin silahlarını ve mevzilerini bırakmaya razı olup olmayacakları şu anda belirsiz. Bu konuda kendi bünyelerinde bir görüş birliği yok.
Onları ikna etmeyi üstlenen Türkiye bu amaca yönelik hazırlıklar ve temaslar yapıyor. Beklenen sonuç, bu radikal grupların çatışmasız şartları yerine getirmesidir.
Ancak bu durumda, İdlib’den çıkacak olan teröristler nereye gidecekler? Oralarda ne yapacaklar? Eylemlerinden vazgeçip Suriye toplumuna entegre olmayı kabul edecekler mi? Bir