Dünyanın her yerinde yaşam koşullarından şikâyet eden milyonlarca insan var. Kimi pahalılıktan ve geçim sıkıntısından, kimi vergilerin yüksek, ücretlerin düşük olmasından, kimi de işsizlikten ve eşitsizlikten, adaletsizlikten yakınır. Bütün bu eleştirilerin adresi, tabii iktidardakilerdir.
Demokratik ülkelerde bu tepkileri ve talepleri ilgililere duyurmayı sağlayan birçok enstrüman vardır. Bunların başında parlamento, siyasi partiler, sendikalar, meslek grupları, sivil toplum kuruluşları ve medya geliyor.
Demokratik araçların özgürce kullanıldığı bazı ülkelerde, buna rağmen zaman zaman toplumun çeşitli kesimlerinin şikâyet ve isteklerini duyurmak için sokaklara dökülmeyi tercih ettikleri görülüyor.
Fransa’da dördüncü haftasına giren sokak gösterileri bunun son canlı örneği...
Neden Fransa?
İlk bakışta Fransa gibi demokratik enstrümanları çalışan bir Avrupa ülkesinde insanların ekonomik ve sosyal isteklerini seslendirmek için neden sokaklara döküldüğü sorusu akla gelebilir. Diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şikâyetleri ve talepleri olan insanlar (daha seyrek de olsa) sokaklara dökülmüyor değil. Ama Fransızların bu yola başvurması, adeta bir “milli spor” veya gelenek haline gelmiştir.
Aralarında genci orta yaşlısı, kadını erkeği, yoksulu okumuşu, işçisi, işsizi, solcusu sağcısı, kentlisi köylüsü, velhasıl toplumun her kesiminden insanlar var...
Bu, Fransa’da dördüncü haftasına girmekte olan “Sarı Yelekliler” hareketinin özelliklerinden biri.
Diğer bir özelliği de başta Paris olmak üzere birçok Fransız kentlerini kasıp kavuran protesto eylemlerinin bir liderinin bulunmaması.
Peki, ülke çapında bu kadar gösterici nasıl bir araya geliyor? Bunun sırrı, sosyal medya. Sokağa dökülme çağrısı Facebook ile geniş halk yayılabiliyor. Paris’in ünlü Champs Elysees bulvarında başlayan ve hızla başka yerlere de yayılan gösterilerin amacı, ilk etepta, Macron yönetiminin ilan ettiği akaryakıt vergilerine zammı protesto etmekti. Ama bu kadar farklı insanı bir araya getiren asıl sebep, hayat pahallılığından, geçim sıkıntısından, sosyal dengesizliklerden duydukları öfkeydi. Hedef de bu sorunların sorumlusu olarak görülen ve daha çok zenginlerin veya elitlerin adamı sayılan Cumhurbaşkanı Macron’du. Dolayısıyla, “Sarı Yelekliler” benzin zammını protesto etmenin ötesinde geniş kapsamlı, ekonomik ve siyasal talepleri de olan bir hareket niteliğini almaya başladı.
Çok az, çok geç...
Gösteri
Arjantin’de düzenlenen G-20 zirvesinden TV ekranlarına yansıyan görüntülerden özellikle Türkiye’yi yakından ilgilendiren ikisi, uluslararası arenada gerçeklerin beklentilerin önüne geçtiğini ortaya koydu.
Bunlardan biri, Kaşıkçı cinayetiyle, diğeri de Ukrayna kriziyle ilgili.
Kaşıkçı meselesinde beklenti, bu forumda Suudi Arabistan’ı temsil eden Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın izole edileceği ve ağır baskı altında tutulacağıydı. Zirve öncesi ABD Başkanı Trump, Prens ile görüşmeyeceği işaretini vermiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Suudi tarafından gelen görüşme isteğini yanıtsız bırakmıştı...
Ama ne oldu? Görüntüler çok şaşırtıcıydı: Rusya lideri Putin, Prens ile samimi bir sohbet içindeydi ve sanki Trump’a “Sen yoksun ama başkaları var” mesajını gönderiyordu...
Genç Prens’in Çin’den Hindistan’a, Fransa’dan Güney Kore’ye kadar birçok ülkenin lideriyle yaptığı görüşmeler de bol bol ekranlara yansıdı. Hani uluslararası camia Kaşıkçı olayında dayanışma içinde Suudilere birer ders verecek, en azından zirvede Bin Selman’a mesafeli davranacaktı? Menfaat zirveye katılan çoğu lideri bir şey olmamış gibi hareket etmeye sevk etti. Arjantin’e giderken olduğu gibi, dönüşte de Prens bazı Arap
Karşılıklı argümanlar birbirine o kadar zıt ki kimin haklı, kimin haksız olduğunu kestirmek zor...
Kaldı ki pek çok uluslararası meselede olduğu gibi, Rusya ile Ukrayna arasındaki yeni krizde de esas belirleyici faktör, haklılık gibi moral ilkeler olmuyor maalesef.
Ülkeler de çoğu zaman bu gibi hallerde kendi çıkarlarına ve temel dış politika eğilimlerine göre bir tutum alıyorlar.
İlk bakışta, Karadeniz’deki son kriz, Rusya savaş gemilerinin Kırım Körfezi’ne yakın bir yerde, Ukrayna donanmasına ait üç gemiye ateş etmesinin ardından, onları mürettebatıyla birlikte ele geçirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ukrayna bunu açık bir saldırı sayıyor, Rusya ise Ukrayna’nın bir provokasyonu olarak görüyor.
Aslında mesele oldukça karmaşık.
Oldu da bitti…
Ukrayna gemileri geçen pazar günü, Azak Denizi kıyısındaki iki limanına doğru gidiyordu. Ruslar bu gemileri Kerç Boğazı’nı geçmek üzereyken uyarı ateşi açarak durdurdu. Bunun nedeni, bu bölgeyi kendi karasuları içinde saymasıdır. Bu da nasıl oluyor? Kırım Yarımadası Azak Denizi sahilindedir. Rusya Kırım’ı 2015’te oradaki nüfusun geniş kısmını oluşturan Rus kökenli ayrılıkçıların ayaklanması sonucunda bir
AB Konseyi’nin Britanya ile son varılan BREXIT anlaşmasını onaylaması “sonun başlangıcı” diye nitelendiriliyor. Ama neyin sonu? Britanya’nın AB’den ayrılma sürecinin mi? Yoksa AB’den çekilme projesinin mi?
Aslında Konsey’in aldığı karar, teknik olarak Britanya’nın AB’den “çıkış süreci”nin son halkasını oluşturuyor. Bu halkanın tamamlanması için geriye Britanya parlamentosunun ve de AB parlamentosunun onayını vermesi kalıyor. Ama bütün mesele Britanya Avam Kamarası’nın bu onayı verip vermeyeceğidir. Vermezse, bu bizzat BREXIT projesinin “sonu” olur...
AB Konseyi 20 ay boyunca müzakere edilen 585 sayfalık BREXIT anlaşma metnini bir saat içinde onaylayıverdi. Gerçekten 27 üye ülkenin liderlerinin öylesine kabarık ve karışık bir anlaşma metnini bu kadar hızlı onaylaması büyük bir başarı...
Konsey bu tavrıyla Britanya’nın “boşanma” talebini kabul etmiş, kendisine “güle güle” demiştir. Ama Konsey Başkanı Tusk’ın ve Komisyon Başkanı Juncker’in belirttikleri gibi, bu boşanma AB için “şampanya kadehleri kaldırılarak kutlanacak
bir olay değil”...
Neyse ki her şeye rağmen AB ile Britanya arasında Tusk’ın deyişiyle “dostluk sonsuza kadar devam edecek” gibi bir hava hakim.
Şimdi esas sorun,
ABD Başkanı Donald Trump’ın Kaşıkçı olayıyla ilgili şaşırtıcı kararından sonra neler olabileceği konusunda birkaç ihtimal öne sürülüyor.
Bunlardan birincisi, Trump’ın menfur cinayetin esas sorumlusunun aynen ortaya çıkmasına yardımcı olmak yerine, Suudi Arabistan’la çıkarları nedeniyle bu hassas meseleyi gündemden düşürmeye ve unutturmaya çalışmasıdır.
İkinci olasılık, Trump yönetiminin giderek yoğunlaşan iç ve dış baskılar sonucunda, daha net bir pozisyon almak ve bu şekilde cinayetin sorumlusu olduğu iddia edilen Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ı gözden çıkarmak zorunda kalmasıdır.
Üçüncü ihtimal de, olayın Suudi hanedanı içinde bir sürtüşmeye yol açması ve Veliaht Prens’in azledilmesi veya çekilmeye zorlanmasıdır...
İç ve dış tepkiler
Bütün dünya, önceki gün, Trump’ın CIA’nın raporu doğrultusunda, Veliaht Prens’in Kaşıkçı suikastıyla ilgili sorumluluğunu teyit eden bir beyanda bulunmasını bekliyordu. Oysa Trump rapordan kesin bir sonuç çıkaramadığını söyledi ve böyle bir şey “Olabilir de, olmayabilir de” diye konuştu! Üstelik bununla yetinmedi ve S. Arabistan’ın ABD’nin stratejik ortağı olduğunu, silah satışı, petrol fiyatları ve İran’a baskı gibi konularda bu ortaklığın ABD’nin
Bu hafta Türk dış politikasının yeni yönelimini gösteren üç olaya sahne oluyor.
Bunlardan birincisi, “Türk Akımı” adı verilen ortak Türk-Rus doğal gaz boru hattının ilk bölümünün tamamlanması münasebetiyle dün İstanbul’da düzenlenen törendir.
İkincisi, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun bugün Washington’da Amerikalı mevkidaşı Pompeo ile yapacağı geniş kapsamlı görüşmedir.
Üçüncüsü ise, AB’nin üst düzey yöneticilerinin önümüzdeki perşembe günü Ankara’yı ziyaretleri ve Türk yetkilileriyle Türkiye-AB ilişkileri üzerindeki temaslarıdır.
Birkaç gün arayla gerçekleşmekte olan bu üç olay, Türk dış politikasının “çok yönlü” karakterini sergiliyor.
Birer kelimeyle özetlersek, Rusya ile ilişkilerdeki yönelimi “ilerleme”, AB ile “normalleşme”, ABD ile de “onarma” diye nitelendirebiliriz.
Bu da şu anda dış ilişkilerin hangi ülkelerle, ne seviyede olduğunu iyice ortaya koyuyor.
Hangisi ‘stratejik’?
Görüntüler yürekleri paralıyor: Açlıktan bir deri bir kemik haline gelmiş çocuklar... Bebeklerine anne sütü veremeyecek kadar bitkin hale düşen anneler... Yakalandıkları koleradan ölüm döşeğinde can çekişen hastalar... Bombaların yıktığı evlerin enkazı arasında hayatta kalma mücadelesi veren aileler...
Son günlerde Batı medyasının yayınladığı bu görüntüler, Yemen’deki “unutulan savaş”ın dramatik sahnelerini gözlerin önüne seriyor.
(Hemen bir parantez açıp, bir öz eleştiri yapalım: Yemen’deki bu insanlık faciasına dünyanın ilgisiz kalmasından şikâyet ederiz de neden bizim basınımız kendi muhabirleriyle Yemen’deki olup bitenleri izlemez, hatta dış kaynaklı yazılara ve resimlere gereği gibi yer vermez?)
Yemen’de üç buçuk yıldır süren “iç savaş”ın geldiği nokta dehşet verici: Alarm işareti veren Birleşmiş Milletler (BM) yetkililerine göre, Yemen nüfusunun yarısından fazlası (yaklaşık 15 milyon) “açlık sınırı’nda... 2 milyon insan evsiz kalmış, bir kısmı göç etmiş durumda... Ülkede yiyecek ve içecek gibi, ilaç da çok kıt. Kolera gibi salgın hastalıklar, bombardımanlardan daha fazla can kaybına yol açıyor...
Bu amansız savaş yıllar önce Yemen’deki otokrat rejime karşı bir ayaklanma olarak