Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 100. yıl dönümü münasebetiyle önceki gün Paris’te düzenlenen etkinliklerden çıkan esas mesaj, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un konuşmasında ifade ettiği şu iki veciz sözcükle özetlenebilir: Bir daha asla...
Yani bir daha böyle bir savaş çıkmasın, milyonlarca insan ölmesin, hayat kalabilenler de acı çekmesin...
Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen 72 ülke liderlerinin katıldığı Paris’teki bu etkinlik, sembolik bir anma töreninin ötesinde, geçmişe ilişkin bir vicdan muhasebesi, geleceğe yönelik de bir ders çıkarma, fikir üretme ve tartışma vesilesi oldu. Macron’un girişimiyle anma töreninden hemen sonra düzenlenen 3 günlük “Dünya Forumu” olaya siyasal ve felsefi bir boyut katmış oldu.
Peki, bir yüzyıl önceki düşmanları şimdi dostane bir hava içinde bir araya getiren bu etkinliklerde konuşulanlar “Bir daha asla” sözcüklerinin gerçekleşmesine yardımcı olacak mı? Paris’teki bu olağanüstü zirve, “Evet, tarih bir tekerrürden ibarettir”, ancak “Ders alınan tekerrür eder mi? sorusunu gündeme getirmiş oluyor...
Benzer nedenler...
Tarihte ilk kez beş kıtanın katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri konusunda her dilde binlerce kitap, on binlerce makale
ABD’de Kongre’nin iki kanadı, eyalet meclisleri ve valilikler için yapılan ara seçimler, genelde ülke dışında “hatta içinde de” fazla ilgi görmez. Amerikan sisteminde esas önemli olan Başkanlık seçimleridir ve bu olay bütün dünya tarafından yakından izlenir.
Önceki günkü ABD ara seçimlerinin her zamankinden fazla dikkatleri toplamasının nedeni, bunun iki yıllık Trump yönetiminin performansı için bir referandum veya bir güvenoyu olarak görülmesidir.
Bu açıdan bakıldığında, sandıktan çıkan sonuç Trump için ne ifade ediyor?
Başkan’a göre, bu, kendi yönetimi ve başında bulunduğu Cumhuriyetçi Parti için “muhteşem bir zafer”dir... Gerçekten öyle mi? Evet, Cumhuriyetçiler Senato kanadında iyi sonuç aldılar, oradaki çoğunluğu koruyabildiler. Eğer Temsilciler Meclisi’nde de benzer bir sonuç alınırsa, Trump bunu bir zafer olarak tanımlamakta haklı görülebilirdi. Oysa mecliste Demokratlar çoğunluğu ele geçirdi ve oradaki Cumhuriyetçi hâkimiyetine son verdi.
Dolayısıyla, sonuç Trump için ne bir zaferdir ne de bir hezimet.
Aynı şey tabii Demokratlar için de söylenebilir.
Trump aynı Trump!
Seçim sonucu iki önemli noktayı ortaya koydu.
İran’a karşı ABD’nin dünden itibaren uygulamaya koyduğu yeni ambargonun özelliği, sadece Tahran’ı değil, onunla iş yapan ülkeleri de hedef almasıdır.
Her ne kadar Türkiye dâhil birkaç ülke bu ambargodan kısmen ve geçici olarak muaf tutuluyorsa da Trump yönetimi bu şekilde İran’ı şimdiye kadar görülmemiş sertlikte bir ekonomik baskı altına almış oluyor.
Bu uygulama İran’ı dize getirecek mi? Bununla mı uluslararası siyasal ve ekonomik cendere içine almış olacak?
Önce, ABD’nin neden ve hangi amaçla böyle bir yol seçtiğini hatırlayalım.
Trump başkan adayı olarak seçim kampanyasında İran’la 2015 yılında imzalan nükleer anlaşmaya karşı çıkmış, seçildiği takdirde bir aldatmaca olarak gördüğü bu anlaşmadan çekileceğini söylemişti. Nitekim Trump geçen mayıs ayında bu vaadini yerine getirdi ve anlaşmadan tek taraflı olarak ABD’nin imzasını geri çekti.
Trump yönetiminin gerekçesi bu anlaşmanın İran’ı nükleer silah geliştirmekten alıkoyamayacağı gibi bir argümana dayanıyorsa da, esas neden Tahran’daki rejimin yayılmacı bir politika izlemesi, Suriye’ye müdahale etmesi, Hizbullah ve diğer “terörist” grupları desteklemesi gibi faaliyetlerdir.
ABD’nin umudu
Trump, İran’ı rejiminin ambargo yoluyla bu poli
İki sözcüğün kökeni aynı, ama anlamı çok farklı.
Popüler, halk tarafından tutulan, sevilen, tanınmış kişi demektir. Popülist ise, halkın duygularını ve hayallerini istismar ederek onun desteğini kazanmayı amaçlayan kimseye verilen sıfattır...
Siyasette popüler olmak itibar kazandıran bir özelliktir.
Popülist veya popülizm, nabza göre şerbet verip toplumu doğru olmayan yollara götürmek anlamını içerir.
Bu nedenle, bazı dil uzmanları, bu iki sözcüğün zihinleri karıştırmasından yakınırlar ve “ popülizm”in, gerçek “halkçı dili” kavramından çok uzak olduğunu hatırlatırlar.
Neyse ki günlük siyasi yaşamda ve özellikle seçimler döneminde olup bitenler kimin popüler, kimin popülist olduğunu yeterince ortaya koyuyor.
Yenilen çekilir...
Geçen hafta sonu iki ülkedeki seçimler bu konuda yeni örnekler sergiledi.
Kaşıkçı krizinin ilk günlerinde dünyada duyulan büyük infial ortamında, Suudi Arabistan’a karşı en sert yaptırımların uygulanması lehinde bir hava esiyordu.
ABD’de özellikle Kongre’den, medyadan ve sivil toplum kuruluşlarından bu yönde sesler yükseliyordu. Avrupa’da Almanya ve Fransa başta olmak üzere, birçok ülkede buna benzer tepkiler görülüyor, hatta iktidardaki liderler açıkça Riyad’a karşı siyasi ve ekonomik tedbirler alınabileceğinden söz ediyordu...
(Burada bir parantez açıp, Kaşıkçı cinayetinde Rusya ve Çin’in sessiz kaldığını hatırlatmak gerek.)
Geçen hafta Suudi Arabistan’da düzenlenen ve “Çöl Davos’u” diye adlandırılan uluslararası Forum, yaptırımlarla ilgili olarak ifade edilen niyetler için bir test oldu. ABD dâhil, birçok devlet bu Forum’a üst düzey temsilciler göndermeyeceklerini bildirdiler. Ama bu çıkış Forum’un Suudilerin lehinde sonuçlanmasını engellemedi. Forum’a dış ülkelerden yüzlerce kişi katıldı ve en önemlisi ABD’den Fransa’ya, Rusya’dan Çin’e kadar birçok ülkeyle Suudiler arasında toplam 56 milyar dolar tutarında anlaşmalar imzalandı.
Birçok başkentten Riyad’a karşı yaptırım tehditleri gelirken, “Çöl Davos’u”nda dev yatırım projelerine imza atılmış oldu...
‘İş
Kaşıkçı krizinin dördüncü haftasında, bu ana kadar olup bitenlerin bir ara bilançosunu çıkarıp kimin kazançlı, kimin zararlı durumda olduğuna kısaca bir bakalım.
Değerlendirmenin sonucunu baştan söyleyelim: Bu işten şimdiye kadar en kazançlı çıkan ülke Türkiye. Bunu bütün dünya böyle ifade ediyor. Dış basındaki analizler, yorumlar hep bu yönde...
Kaşıkçı olayının Türkiye için bir fırsat yarattığı, Türk diplomasisinin de bu fırsatı şimdiye kadar çok iyi değerlendirdiği konusunda uluslararası bir konsensüs var.
Kuşkusuz Suudi gazetecinin İstanbul’daki S. Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürülmüş olması, bütün gözlerin Türkiye’ye çevrilmesinde başlıca faktör oldu. Ancak Ankara’nın bu esrarengiz ve karmaşık olayın üzerine gitmesi ve yürüttüğü soruşturma sırasından peyderpey bazı önemli ipuçlarını basına sızdırması, Türkiye’yi bu meselede adeta baş aktör durumuna getirmiştir. O kadar ki bütün dünya Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki açıklamalarını büyük merakla beklemiş, ABD ilk elden bilgi almak için CIA Direktörü’nü Ankara’ya göndermiş, dünya televizyonlarında ve gazetelerinde olayın Türkiye boyutları hep manşetlere çıkmıştır.
Türkiye’nin bu şekilde yakın bir ilgi ve itibar
Dünya Kaşıkçı olayı hakkında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün yapacağı açıklamayı büyük merakla bekliyor.
Suudi gazetecinin 2 Ekim’de İstanbul’daki S. Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürülmesinden bu yana geçen 20 gün boyunca bu esrarengiz cinayet hakkında çok şey söylendi ve yazıldı, bu arada son günlerde Riyad’dan Cemal Kaşıkçı’nın öldürüldüğü itirafı dışında birbirini tutmayan haberler de geldi. Ama Kaşıkçı’nın nasıl öldürüldüğüne ve cesedinin nerede bulunduğuna ilişkin detaylar bir yana, bu suikastın asıl sorumlularının kim olduğu bir türlü öğrenilemedi.
Olayın aldığı uluslararası boyutlar nedeniyle şimdi bütün dünya umudunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün Türk tarafının yürüttüğü soruşturmanın bulgularına dayanarak yapacağı açıklamaya bağlamış durumda.
Bu bekleyiş kendi başına Türkiye’nin bu meselede oynadığı önemli rolü ve kazandığı kredibiliteyi gösteriyor.
Herhalde bu bulgular olayın karanlık kalan yanlarının aydınlanmasına yardın ettiği nispette, uluslararası camianın da bu meselede nasıl bir tavır alacağını belirleyecek...
Ahlaki değerler
Kaşıkçı olayında şimdiye kadar uluslararası camiada iki farklı görüş ortaya çıkmıştır.
Bunlardan biri, böyle bir cinayet karşısında
Kaşıkçı olayından iki hafta sonra artık kesin bilinen şey, Suudi gazetecinin İstanbul’daki S. Arabistan Başkonsolos- luğu’nda öldürülmüş olduğu, tam bilinmeyen husus ise bu suikastın kimin tarafından planlandığıdır.
Gerçi bu muammayı bütünüyle çözecek kanıtlara dayalı resmi bir açıklama henüz ortada yok. Bu ancak devam etmekte olan soruşturma tamamlandıktan sonra gerçekleşebilecek.
Ama şu ana kadar elde edilen ipuçları olayın bir suikast olduğu ve Cemal Kaşıkçı’nın öldürüldüğü konusunda uluslararası bir konsensüs oluşturmuş bulunuyor.
Bu cinayeti kimlerin ne şekilde işlendiğine dair sızdırılmış haberler ve bunun arkasında kimin bulunduğuna ilişkin bol bol spekülasyonlar var. Buna dayanılarak öne sürülen komplo teorileri de çok...
Ancak yoğun biçimde sürdürülen soruşturmanın sonunda asıl gerçeklerin ortaya çıkması artık güç meselesi gibi gözükmüyor.
Bu olayın önemli tarafı, basit bir gazeteci cinayeti sayılmaması, bununla bütün dünyanın çok yakından ilgilenmesi ve çoğu ülkenin şimdiden bu konuda bir tavır almasıdır.
Riyad’a darbe
Daha bu aşamada