TÜRKİYE- AB ilişkilerindeki durgunluk ortamında, yeni bir hareketlenmeye yönelik bazı işaretler geliyor.
Son iyi haber, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin önümüzdeki hafta Brüksel’de toplanacağıdır. Bunun önemi, bu düzeydeki bir ortak toplantının 2015 yılından beri ilk kez düzenlenebilmiş olmasıdır.
Türkiye’den Dışişleri Bakanı, AB’den de Komisyon’un üst düzey yetkililerinin katılacağı Ortak Konsey görüşmelerinde bir yandan Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine dair konular, diğer yandan bölgesel sorunlar ele alınacak ve ortak bir zemin oluşturulmaya çalışacak.
Son zamanlarda Ankara ile Brüksel arasında hüküm süren uyuşmazlıklardan sonra, bu toplantı ilişkilere yeni bir ivme kazandırabilecek mi?
Gerek Türkiye’nin, gerekse AB’nin bütün kuşkulara rağmen, son dönemde sarsılan bağlarını yeniden canlandırmakta yarar gördükleri bir gerçek.
Çatlak sesler
Bu iyimser havayla çelişen beyanlar ve olaylar da olmuyor değil.
Avrupa Parlamentosu’ndan, mayıs ayında yapılacak seçimler yaklaştıkça
Keşmir sorunu şimdiye kadar Pakistan ile Hindistan arasında 3 savaşa ve birçok sınır çatışmasına yol açtı. Son sürtüşme iki komşu ülkenin nükleer silahlara sahip olmasından bu yana giriştikleri ilk askeri eylem oldu.
İki devletin de nükleer güç olması Keşmir üzerindeki kapışmalarını nasıl etkiler? Bu olası bir savaşı önler mi, yoksa çatışmanın bir nükleer savaşa dönüşmesine mi yol açar?
İki tarafta da nükleer savaş riskinden söz edenler var. Bu olasılık zayıf da olsa bunun dillendirilmesi dahi dehşet verici...
Şimdiki krizinin öylesine korkunç bir noktaya gelmeyeceğini umuyoruz. Diğer bir deyişle, Hindistan ile Pakistan arasında bir nükleer savaşın çıkabileceğine inanmıyoruz. Bu bakımdan, iki ülke arasındaki “nükleer denge”nin atom silahlarını kullanacakları bir savaşa yol açmasını önleyeceği söylenebilir.
Bu iyimser tahmin son yılların tecrübelerine dayanıyor.
Soğuk Savaş sırasında ABD ile Sovyetler Birliği birkaç krizde (Küba, Berlin krizleri gibi) bir savaşın eşiğine gelmişlerdi. Aralarındaki “nükleer dehşet dengesi” böyle bir savaşın çıkmasını önleyen başlıca faktör olmuştur.
Ne var ki “nükleer denge” nükleer silahlarının kullanıldığı bir savaşı önlemekle beraber, konvansiyonel
Keşmir meselesi 70 küsur yıldan beri dünyanın “halledilmemiş sorunlar” listesinin başında yer alıyor.
Hindistan ile Pakistan’ın 1947’de bağımsızlığa kavuşmaları sırasında bir prenslik olan Keşmir bölgesinin kime bağlanacağı tartışması, bu iki komşu ülke arasındaki gerginliğin temelini oluşturmuştur.
Pakistan, Keşmir’deki nüfusun yüzde 90’ının Müslüman olduğu gerekçesiyle bölge üzerinde hak iddia ederken, Hindistan da bu toprakların tarihsel olarak kendisine ait olduğunu öne sürmüştür.
Bu uyuşmazlık iki ülke arasında günümüze kadar üç kez savaşa, birçok kez de yerel çatışmalara ve şiddet eylemlerine sahne olmuştur.
İki hafta önce Keşmir’deki bir Hint konvoyuna yapılan ve 44 askerin ölümüyle sonuçlanan bir saldırı, savaş fitilini yeniden alevlendirdi. “Ceyşi Muhammed” adlı terör örgütünün bu saldırıların sorumluluğunu üstlenmesi üzerine, Hindistan Pakistan’ı hedef aldı ve sınır ötesi bir hava operasyonuyla Keşmir’in Pakistan’ın kontrolündeki kesimde yer alan bir kampı vurdu.
Bu olaydan sonra iki taraf arasında havada ve karada çatışmalar tırmandı ve tehlikeli bir hal aldı. Tehlike, bu gerginliğin daha büyük bir savaşa, hatta bir nükleer savaşa yol açmasıdır. Bu çatışma ilk kez, iki
Kim demiş Suudi Arabistan Kaşıkçı olayından dolayı uluslararası arenada sıkışmış ve yalnızlığa düşmüş diye?..
Geçen ekim ayında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı, İstanbul’da kendi ülkesine ait başkonsoloslukta hunharca öldürüldüğü zaman, bütün dünya ayağa kalkmıştı. Suikastın detayları ortaya çıktıkça, duyulan infial ve öfke de artmış, suçlamalar Suudi yönetimi üzerinde toplanarak buna karşı harekete geçilmesi istenmişti.
ABD’de Kongre ve basın Washington’un Riyad’ı baskı altına alması ve hatta ekonomik ve askeri yaptırımlar uygulanması çağrısında bulunmuştu. Avrupa ülkelerinde de benzer sesler yükseliyor, Riyad ile ilişkilerin gözden geçirilmesi dahi gündeme getiriliyordu. Bir ara meselenin Birleşmiş Milletler’e getirileceği ve uluslararası yargının da bu işe el atacağı sanılmıştı.
Beklentiler neydi?
Evet, Kaşıkçı olayında böyle bir tepki ve beklenti vardı, ama pratikte konuşulanlar ve yazılanlar kâğıt üstünde kaldı. Olayın henüz sıcak olduğu günlerde suikast planıyla ilgili şüphelerin odak noktası olan Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Buenos Aires’te yapılan G-20 Zirvesi’ne hiçbir şey olmamış gibi katıldı ve örneğin Rusya Devlet Başkanı Putin ile samimi bir sohbette bulundu. Prens bu
Irak’ta ve ardından Suriye’de patlak veren iç çatışmalar sırasında ortaya çıkan IŞİD veya sonraki daha yaygın adıyla DAEŞ, iki yıl öncesine kadar sadece bu bölgede değil, aynı zamanda uluslararası platformda da varlığını iyice hissettiriyordu.
Radikal örgüt, giriştiği asimetrik savaşla kısa zamanda bu topraklarda hilafete dayalı bir devlet kurmayı başarmış, Irak’ta ve Suriye’de önemli merkezleri hâkimiyeti altına almıştı.
IŞİD o günlerde iki yönüyle dikkati çekiyordu. Birincisi, az görülen cinsten kullandığı şiddet yöntemleriydi. Savaşçılar düşman saydıkları unsurları vahşice öldürüyor, örneğin başlarını kesiyor veya onları canlı canlı yakıyordu. Aynı savaşçılar, kendi dini inançlarına ters saydıkları eski medeniyetlere ait değerli tarihi eserleri yıkıyor, esir aldıkları kadınlara tecavüz ediyor veya kendi haremlerine dâhil ediyordu.
IŞİD’in dikkati çeken ikinci özelliği de dünyanın çeşitli ülkelerinden birçok genci kendi saflarına çekmesiydi. Bu, IŞİD’in Avrupa’dan Afrika’ya, Asya’dan Amerika’ya ve Avustralya’ya kadar dünyanın beş kıtasında giriştiği propaganda ve beyin yıkama kampanyası sayesinde gerçekleşiyordu. Böylece IŞİD güçlerinde pek çok yabancı ülkeden gönüllüler de yer
TV ekranına yansıyan görüntü yürekler acısı: Venezuela’nın başkenti Caracas’ta bir hastanede, bir kısmı çocuk olan hastalar ölümle pençeleşiyor. Hastanede ilaç yok. Ameliyatlar dahi yapılamıyor. Hastane yönetimi hastaları, ilaçlarını ve hatta yiyeceklerini beraberlerinde getirmelerini tavsiye ediyor. Hastane hastalara bir sıcak çorba verecek durumda dahi değil.
Venezuela’nın vahim ekonomik durumunun yansımaları böyle bir dramatik durum yaratmış bulunuyor. Ülkede yiyecek ve ilaç kıtlığının had safhaya ulaştığı bir ortamda, hastaneler, doktorlar da aciz kalıyorlar.
Bu trajik durumun Venezuela’nın komşusu Kolombiya’nın sınır bölgesine uçaklar dolusu yiyecek ve ilaç yardımının ulaştırıldığı bir zamanda ortaya çıkması, ilk bakışta çok çelişkili görünebilir. Bu yardımın Venezuela halkına erişmesi aslında birkaç saatlik iş. Ama ne yazık ki siyasi nedenlerden dolayı Maduro yönetimi sınırları kapalı tutuyor, yiyecek ve ilaç kolilerini içeri almıyor.
Maduro’ya göre ABD’den gelen bu yardımlara kapıları açmak “Amerikan müdahalesine göz yummak” olur. Maduro, “Venezuela’ya hâkim olmak isteyen emperyalistlere ne pahasına olursa olsun böyle bir fırsat vermemeye” kararlı...
Ama ortada “insani bir
Yakın geçmişte yurt dışına gidenler hatırlayacak- lardır: Bırakın Uzakdoğu’da, Afrika’da veya Latin Amerika’da, Avrupa’da dahi sokaklarda, iş yerlerinde veya restoranlarda Türklere rastlamak pek mümkün değildi.
1960’lı yıllarda özellikle Almanya’ya yönelen büyük işçi akınının ardından çeşitli Avrupa ülkelerinde bir “Türk nüfusu” oluşmaya başladı. Yüksek tahsil için Avrupa’ya gidenlerin sayısı da çoğaldı.
Son yıllarda ise Avrupa’nın çeşitli yerleri Türk turistlerin başlıca destinasyonu oldu; özellikle bayram tatillerinde Roma’dan Paris’e, Viyana’dan Barselona’ya kadar çeşitli Avrupa kentleri Türk turistlerle dolup taşar hale geldi...
Sadece Avrupa’mı? Türklerin yeni destinasyonu Afrika’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzandı. O diyarlarda da artık çalışan veya okuyan, yani oralarda yaşayan az veya çok sayıda Türk vatandaşı var.
Rakamlar konuşuyor
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun geçen hafta Meclis’e sunduğu bir rapor, rakamlarla dünyadaki Türk nüfusu “patlaması”nı gözlerin önüne serdi.
Bu verilere göre, halen yeryüzündeki 154 ülkede yaşayan Türk vatandaşlarının toplam sayısı 6 milyonu geçiyor.
Türk nüfusunun büyük olduğu ülkelerin başında Almanya (2 milyon), Fransa
Türk Dışişleri Bakan- lığı’nın geçen cumartesi yayımladığı bir açıklama, Çin ile beklenmedik bir uyuşmazlığı ortaya koydu.
Açıklamada, Çin’in Şincan Özerk Uygur Bölgesi’nde tanınmış halk ozanı Abdurrahman Heyit’in bulunduğu hapishanede öldüğü haberi veriliyor ve Uygur Türklerine ve Müslümanlara karşı Sincan’da uygulanan baskılar ve insan hakları ihlalleri çok sert bir dille kınanıyordu.
Açıklamada Şincan bölgesinde çok sayıda Uygur ve Müslüman soydaşların toplama kamplarında tutulduğu öne sürülüyor ve bu insanlık dışı uygulamanın sona erdirilmesi çağrısı yapılıyordu.
Hapiste hayatını kaybettiği bildirilen 57 yaşındaki Abdurrahman Heyit, 2017’de bestelediği “Atalar” adlı milliyetçi bir türkü nedeniyle tutuklanmış ve 8 yıl hapse mahkûm olmuştu. Popüler ozanın ölüm haberi ve Dışişleri Bakanlığı’nın sert çıkışı, Türkiye’de birçok siyasilerin ve sivil toplum kuruluşlarının protestolarına yol açmıştır.
Ne var ki pazar günü Ankara’daki Çin Büyükelçiliği bu haberleri yalanlamış, ünlü sanatçının ölümüne ve Şincan’daki toplama kamplarına dair iddiaların gerçek dışı olduğunu öne sürmüştür. Bu açıklamada ayrıca Türkiye ile Çin’in benzer terör tehdidi karşısında bulunduğu, çifte standart