Altı hafta boyunca halk 20 yıldan beri iktidarda bulunan devlet başkanının istifa etmesi talebiyle sokaklara döküldü.
Toplumun çeşitli kesimlerini temsil eden yüz binlerce kişi demokratik bir rejimin kurulmasını isterken, ordunun veya polisin herhangi bir müdahalesi olmadı, kimsenin burnu kanamadı.
Evet, Cezayir’deki bu halk hareketi bir “bahar havası” içinde gerçekleşti.
Beşinci kez bir dönem daha devlet başkanı adayı olan 82 yaşındaki (ve kronik hasta) Abdülaziz Buteflika sonunda pes etti ve çekilmeyi kabul etti. Bu kararında kuşkusuz halkın kalkışması kadar, ordunun baskısı da büyük rol oynadı. Genelkurmay Başkanı’nın bir ültimatom niteliğindeki uyarısı, son noktayı koymuş oldu.
Bu olay Cezayir’de halkın şiddete başvurmadan, barışçı şekilde iradesini gösterebildiğini açıkça gözlerin önüne serdi. Sonuç, “sokaktaki insan”ın zaferi sayılabilir. Ancak bunda Cezayir’de ordunun da halkla beraber ve demokrasi için ağırlığını koymasının büyük payının olduğu açıktır.
Buteflika’nın istifasıyla “Cezayir Baharı” aslında yeni başlıyor. Ülkenin önünde nasıl evrileceği henüz belli olmayan zor bir dönem var. Buteflika’nın bıraktığı iktidar boşluğunu, 3 ay boyunca, geçici olarak senato başkanı
Genelde yerel seçimler dış dünyada pek ilgi görmez, ayrıca o ülkenin dış politikasını da fazla etkilemez.
Bu Türkiye için de geçerli olmakla beraber, bu seferki yerel seçimler yabancı diplomatlar ve dış basın tarafından dikkatle izlendi.
Bu ilginin başlıca nedeni, bu yerel seçimlerin bir genel seçim havası içinde cereyan etmesi, kampanya boyunca sadece belediye işleriyle ilgili konuların değil, ekonomi, güvenlik, dış politika gibi ulusal sorunların da gündeme gelmiş olmasıdır.
Bu bakımdan birçok ülke, Türkiye’deki bu yerel seçimleri yakından izlemek ihtiyacını duymuş, özellikle ekonomi, güvenlik ve dış politikayla ilgili konuşmaları, verilen mesajları dikkatle not etmiştir.
Bir dizi sorun
Bu seçimlerin sona ermesiyle, Türkiye artık “seçimsiz” yani kesintisiz, istikrarlı 4.5 yıllık yeni bir döneme giriyor. Bu, iktidara ülkenin karşılaştığı birçok temel soruna çözüm bulmak fırsatını veriyor.
Bu meseleler arasında tabii bir yığın dış politika konusu da var. Bunların bir kısmı ülke ekonomisi, güvenliği ve demokrasisiyle de yakından ilgilidir.
ABD ile ilişkilerin geleceği
Gün geçmiyor ki, iki hafta önce menfur terörist saldırısına sahne olan Yeni Zelanda’dan, yöneticilerin ve halkın verdiği insanlık dersinin yeni örnekleri gelmesin.
Christchurch kentindeki iki camiye karşı kanlı saldırının gerçekleştirildiği andan itibaren, Yeni Zelanda’nın sergilediği duruş, uluslararası camianın bu tür olaylar karşısında nasıl hareket etmesi gerektiğini ortaya koydu.
Katliamdan hemen sonra Başbakan Jacinda Ardern’in davranışı, gerçek bir liderlik numunesi oluşturmuştur. Genç kadın Başbakan büyük bir sağduyu göstererek saldırıya hedef olan Müslümanlarla dayanışmasını belirten jestler yapmış, ülkede milli matem ilan etmiş, kurbanların yakınlarını ziyaretinde ve cenaze töreninde başını örtmüş, “hepimiz bir milletiz” sloganıyla etkileyici konuşmalar yapmıştır.
Başbakan Ardern’nin bu örnek davranışı, halkı tarafından benimsenmiş, ülke çapında yapılan törenlerde Yeni Zelandalılar saldırıya uğrayan topluluğa sempati ve desteğini sergilemiştir. Bu olay, Yeni Zelanda’da sadece “lider”in ve “halk”ın kin ve nefret yerine karşılıklı destek ve dayanışma eğilimini ortaya koymakla kalmamış, mağdur tarafın, yani Müslümanların da aynı düşünce ve duygularla hareket ettiklerini
Türk diplomasisi 10 yıl önce bölgesel sorunlarda aktif bir arabuluculuk misyonu üstlenmeye başlamıştı. Özellikle Ortadoğu anlaşmazlıklarında o dönemde Ankara izlediği tarafsız politikasıyla “kolaylayıcı” bir rol oynamak fırsatını ele geçirmişti.
Bu anlaşmazlıklardan biri de, Suriye ile İsrail arasındaki Golan meselesiydi. Dönemin Başbakanı Erdoğan, bu sorunun çözümünü “kolaylaştırmak” amacıyla, Suriye Devlet Başkanı Esad ile İsrail Başbakanı Olmert arasında “dolaylı” müzakereler başlatmıştı. Bu çabaların Şam ile Tel Aviv arasındaki “savaş durumu”na son vereceği umudu doğmuştu.
Ne var ki o günlerde İsrail’in Gazze bölgesinde giriştiği saldırı sonunda bu umut suya düştü.
Eğer Türkiye’nin o inisiyatifi başarıya ulaşsaydı, herhalde bugün Golan sorunu gene gündeme gelmeyecek, bu yüzden bölgede bir gerilim odağı daha ortaya çıkmayacaktı.
Bu kez kriz yaratan olay, ABD Başkanı Trump’ın gene beklenmedik bir çıkışla Golan’ı İsrail egemenliği altında kabul etmesidir.
İsrail Golan Tepeleri’ni 1967 “Altı Gün Savaşı” sırasında ele geçirmiş, 1981’de bölgeyi ilhak etmişti. Ne var ki uluslararası camia bu kararı tanımamış, BM Güvenlik Konseyi de buna karşı çıkmıştı. Ancak İsrail yarattığı “fiili”
Geçen cuma günü Yeni Zelanda’daki iki camiye karşı menfur katliamı gerçekleştiren Avustralyalı teröristin internetten yayınladığı manifesto, bu eylemin hangi amaçla yapıldığını yeterince açıklıyor.
Bu 70 küsur sayfalık metinde İslam ve Türkiye karşıtı kin ve nefret duygularını ve çarpık görüşlerini dile getiren caninin Yeni Zelanda gibi sakin ve huzurlu bir ülkede, Müslüman topluma karşı böyle bir saldırıya girişmekle neyi hedeflediğini anlamak zor değil. Amaç, dünyayı ayağa kaldırmak, Müslümanları tahrik etmek, bir nevi “Hilal-Haç çatışması”na yol açmak ve böylece Hıristiyan ağırlıklı “beyaz üstünlüğü”nü hakim kılmaktır.
Şimdiye kadar bütün işaretler, Avustralyalı teröristin katliamını planlarken, uluslararası “araçlar”dan yararlandığını gösteriyor.
Bunların başında internet ve sosyal medya geliyor. Manifestodaki görüşlerin kaynaklarından biri de bu araçlardır.
Ayrıca teröristin dış seyahatlerinde, uluslararası network ile temas kurduğu anlaşılıyor.
“Sınır tanımayan terörizm” öylesine karmaşık bir olay iken, bunu dünya çapında önlemenin zorluğu da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu alanda bazı stratejiler oluşturuldu, birtakım tedbirler de hayata geçirildi. Örneğin devletler arası iş
Bize göre dünyanın ta öbür ucunda yer alan Yeni Zelanda, yeryüzündeki en sakin ve en rahat ve en müreffeh ülkelerden biridir.
Yüzölçümü 268 bin kilometrekare, nüfusu 4.8 milyondan ibaret olan Yeni Zelanda, ileri demokrasisi, fert başına 43 bin dolarlık gelir ve düşük suç oranıyla yüksek bir yaşam standardına sahiptir. Bu ülkede toplum içinde dinsel veya etnik sürtüşmelere pek rastlanmaz. Kentlerde devriye gezen polisler dahi silah taşımaz.
Dünyada dertsiz insan (veya toplum) yoktur derler. Yeni Zelandalıların da kendilerine göre bazı sorunları vardır elbet. Ama dünyanın diğer yerlerindekilere göre, bu ücra bölgedeki insanların daha rahat yaşadıkları bir gerçek.
Bu bakımdan geçen cuma günü Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde iki camiye karşı 50 kişinin ölümüyle sonuçlanan o menfur terör saldırısının vuku bulması, büyük şaşkınlık ve şok yarattı.
Terör konusunda, Yeni Zelanda şimdiye kadar akla en son gelen, hatta akla hiç gelmeyen bir ülkeydi. Peki, ne oldu da Yeni Zelanda dışında hiç kimsenin adını dahi bilmediği ufak bir kentte, ufak bir Müslüman camiasına ait iki ibadet yeri, durup dururken böyle bir katliama hedef oldu.
Terörün sebepleri
Son yıllarda Ortadoğu’dan Batı Avrupa’ya,
Britanya’nın Avrupa Birli- ği’nden çıkması, yani kısa deyişiyle Brexit ile ilgili son gelişmeler, şimdiye kadar hiç olmadığı derecede zihinleri karıştırdı.
Sorulan soru şu: İngilizler ne istiyor: AB’den çekilmek mi, çekilmemek mi? Çekilmek ise, bu nasıl olmalı: Anlaşarak mı, yoksa anlaşmadan mı?
Birleşik Krallık’ta her kafadan bir ses çıkıyor. Kurumlar ve genel olarak toplum bölünmüş, kutuplaşmış durumda. Hükümet bir şeye karar vermiş görünüyor, ama bazı bakanlar farklı düşünüyor (hatta bazısı istifa ediyor)... İktidar partisinin bir kısmı Başbakan Theresa May’in politikasına karşı çıkıyor, muhalefetle aynı safta yer alıyor... Avam Kamarası sürekli pozisyon değiştiriyor, çelişkili kararlar alıyor...
Bu kaos ortamında Britanya’nın nereye gitmek istediği daha belli değil.
Aslında 2016’da zamanın Başbakanı Cameron, Britanya’nın AB ile ilişkilerinin geleceğini belirlemek kararını “halkın iradesi”ne bıraktığında, işin bu kadar sarpa saracağını tahmin etmemişti. Açıkçası, Cameron referandumdan Brexit, yani çıkış kararının çıkacağına pek ihtimal vermemiş, yani ciddi bir hesap hatası yapmıştı.
Artık bilinen çeşitli nedenlerden dolayı sandıktan çıkan “Brexit” kararı, Cameron’ın siyasi hayatına
Son günlerde Sudan’da ve Cezayir’de cereyan eden sokak hareketleri 8 yıl önceki Arap Baharı’nın başlangıcını çağrıştırıyor.
Hatırlanacağı gibi, “Arap Uyanışı veya Arap Kalkışması” diye de anılan Arap Baharı, Tunus’ta seyyar satıcılık yapan bir gencin, ağır yaşam koşullarını protesto etmek için kendisini herkesin gözü önünde yakması sonucunda başlamıştı. Bu olayı kısa zamanda Tunus kentlerinde rejime karşı gösteriler izlemiş, bu kitlesel hareket yıllanmış iktidarın ülkeyi terk etmesini sağlamıştı.
Tunus’taki bu devrim, benzer şikâyetleri ve beklentileri olan diğer Arap ülkeleri için de hızla bir sembol ve örnek oluşturdu. Sokak hareketleri Mısır’da, Libya’da, Suriye’de, Bahreyn’de, Yemen’de yayıldıkça yayıldı. Bu hareketlerin bir kısmı kanlı oldu, iç savaşa dahi yol açtı, bir kısmı eski yöneticilerin devrilmesi, yeni liderlerin iktidara gelmesiyle sonuçlandı.
Arap Baharı, geniş Arap coğrafyasındaki ülkeler için bir umut, bir vizyondu. Yıllardan beri devam eden diktatörlükler, otokratik rejimler son bulacak, özgürlükçü, demokratik bir düzen kurulacak, yoksulluk ve yolsuzluklar son bulacak, herkese aş ve iş sağlanacaktı.
Başarısızlık öyküsü!
Geriye bakıldığında, ne yazık ki Arap Baharı