Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın iki günlük Türkiye ziyareti iyi geçti ama sorunların çözümü konusunda somut bir sonuç vermedi...
Aslında böyle bir beklenti de yoktu. Önemli olan, samimi ve yapıcı bir diyaloğun kurulması, karşılıklı pozisyonların daha iyi anlaşılması, uyuşmazlıkların halli için ortak bir iradenin gösterilmesi ve bu arada birtakım güven artırıcı adımların atılmasıydı. Ankara’daki görüşmelerde bunlar ana hatlarıyla sağlandı...
Ancak gündemdeki yıllanmış meseleler, örneğin Ege’deki hava sahası, karasuları, kıta sahanlığı gibi tartışmalı konularda iki taraf da bilinen pozisyonlarını tekrarladı, anlaşma sağlayacak yeni bir fikir veya öneri ortaya koymadı.
Aynı şekilde Doğu Akdeniz’deki doğal gaz kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi konusunda görüş alışverişi bir nevi monologdan ibaret kaldı.
Yunanistan’la FETÖ’cü 8 Türk askerinin iadesi meselesinde olduğu gibi...
Ankara’daki görüşmelerin birinci bölümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Çipras arasında baş başa iki buçuk saatlik bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda neler konuşulduğu açıklanmıyor. Ege ve Doğu Akdeniz meselelerinde önümüzdeki haftalarda sergilenecek tutum, politikalarda yeni bir ayar yapılıp
Geçen eylül ayında BM Genel Kurulu toplantıları için New York’a giden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yunan Başbakanı Aleksis Çipras ile yaptığı görüşmede, kendisini Türkiye’ye davet etmiş, Yunan lider de bu daveti memnuniyetle kabul ettiğini söylemişti.
Bu ziyaret bugün gerçekleşiyor. Çipras önemli bir heyetle Ankara’ya gelerek, Erdoğan ve diğer üst düzey Türk yetkililerle görüşecek, yarın da İstanbul’a geçerek 48 yıldan beri kapalı bulunan Heybeliada’daki Ortodoks Ruhban Okulu’nu ziyaret edecek ve Patrik Bartholomeos ile buluşacak.
Çipras’ın bu ziyareti, Türk-Yunan ilişkilerinde uyuşmazlık ve gerginliklerin yaşandığı, ama aynı zamanda Ankara’nın ve Atina’nın sorunlara diyalog ile çözüm aramak ve ilişkileri geliştirmek arzusunu dile getirdikleri bir zamana rastlıyor.
Yapılacak temaslar Türk-Yunan ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasına yol açabilir mi?
“Katimerini” gazetesine göre, bu konuda Atina’daki beklentiler yüksek değil. Ancak daha önce başlayan, fakat devam etmeyen “istikşafi müzakereler”e bu kez yeni bir ivme kazandırılması muhtemel.
Türk tarafında da açıkçası bu ziyaretten göz kamaştırıcı sonuçları beklenmiyor. Ancak taraflar arasında daha iyi bir anlayışın
Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Mustafa Aydın yönetimindeki bir akademisyen grubunun yürüttüğü “Türkiye’de Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”nın dış politika bölümü, Türk kamuoyundaki bazı önemli yeni trendleri ortaya çıkarıyor.
Bu bağlamda dikkati çeken başlıca sonuç, Suriye politikasına ve sınır ötesi operasyonlara halk desteğinin azalmakta olduğudur.
Raporda açıklanan bulgulara göre, Suriye politikasını başarılı bulanlar da yüzde 38.5’ten yüzde 34.7’ye gerilemiş bulunuyor.
Sınır ötesi operasyonlara destek de bir yıl önceki araştırmada yüzde 56.4 iken, son ankette bu oran 45.1 olarak ortaya çıkmıştır.
Bu sonuçlara göre sınır ötesi operasyonlara gene hatırı sayılır bir destek görülmekle beraber, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının yapıldığı döneme kıyasla bir gerileme kaydediliyor.
Aynı şekilde, Türkiye’nin yurt dışında asker bulundurmasına destek verenlerin oranı da bir yıl önceki 48.1’den şimdi yüzde 40.7’ye düşmüş görünüyor.
Kim dost, kim düşman?
Araştırmada Türkiye’nin hangi ülkelere bir tehdit olarak baktığı ve hangi ülkeleri kendisine daha yakın hissettiği konusunda bu kez de ortaya çıkan sonuçlar bir yıl önceki trend doğrultusunda.
İlk bakışta Venezuela’daki olay, halk tarafından seçilmiş bir başkanın bazı dış güçlerin de manipülas- yonuyla alaşağı edilmesine teşebbüs edilmesi şeklinde göze çarpıyor.
Bu açıdan bakıldığında, Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido’nun Devlet Başkanı Nikolas Maduro’nun yerine kendisini devlet başkanı ilan etmesi, rejime ve demokrasiye karşı yapılan bir darbe girişimi olarak değerlendirilebilir...
Ancak olay göründüğü kadar basit değildir ve benzer birçok durumda olduğu gibi bunun da diğer bir yüzü vardır. Dolayısıyla, Venezuela krizine daha geniş ve kapsamlı bir perspektiften bakmakta ve objektif bir değerlendirme yapmakta yarar vardır...
Seçim sonrası
Evet, Maduro geçen yıl Venezuela’da yapılan tartışmalı seçimleri kazanıp, ikinci 6 yıllık bir dönem için Başkan olma hakkını kazanmış ve bu ayın başlarında düzenlenen bir törenle görevine başlamıştır.
Daha işe başlarken muhalefetin ve ABD’nin Maduro’nun başkanlığını gayrimeşru sayıp onun istifasını istemesi krizin ilk habercisi olmuştur. Çok geçmeden ABD’nin manipülasyonuyla siyasi bir darbe aşamasına geçilmiş, Meclis Başkanı Guaido sahneye çıkıp Sosyalist lideri ve rejimini devirmeye kalkışmıştır.
Böyle bir zorlamanın kabul edilmesi mümkün
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile önceki gün Moskova’da yaptığı görüşme, resmi ağızların deyişiyle “yapıcı ve yararlı” geçti.
İki lider arasındaki diyalog, Türk-Rus ilişkilerinin hızlı bir ilerlemeyle kısa zamanda hangi noktaya ulaştığının bir göstergesi. Her buluşma, her iki ülke arasındaki ilişkiyi siyasi, askeri, ekonomik ve diğer alanlarda bir adım daha ileriye götürüyor.
Bunda Erdoğan ile Putin’in çabalarının ve aynı zamanda birbirleriyle uyuşan kişisel karakter ve mizaçlarının da büyük payı var kuşkusuz.
Yakın görüşler
Moskova’daki son görüşmede gündemin ana başlığı Suriye idi.
Bu konuda, özellikle Astana sürecinin başlamasından sonra iki ülke arasında hatırı sayılır bir stratejik yakınlık kuruldu. Son Moskova görüşmesinde temel bazı prensiplerde (barışçı çözüm, toprak bütünlüğü, teröristlerle mücadele gibi) tam bir mutabakat sağlandı. Ama bu, Rusya’nın Ankara’nın kendi açısından önemsediği her spesifik konuda ve detayda, örneğin PYD/YPG Fırat’ın doğusundaki durum gibi Türkiye’nin pozisyonuna ve beklentilerine tam bir destek verdiği anlamına gelmez. Nitekim Putin’in Moskova’daki ortak basın toplantısındaki bazı sözleri, ayrıca Dışişleri
Konu günlerden beri dünya gündeminin başında yer alıyor.
Suriye meselesiyle yakından ilgili ülkeler, Amerikan askerlerinin çekilmesinden sonra, Fırat’ın doğusunda bir güvenli bölgenin kurulması fikrini tartışıyor; konuyla ilgili çeşitli öneriler üst düzeydeki siyasi ve askeri yetkililer arasında müzakere ediliyor.
Bu noktaya varılması Türkiye bakımından çok önemli. Malum, Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölgenin oluşturulması fikrini Ankara çok zaman önce ortaya atmış, ama gereken desteği görmemişti. Şimdi şartlar değişti, en azından prensipte, ABD’den Rusya’ya AB’den Arap devletlerine kadar uluslararası topluluğun geniş bir kesimi bu fikre olumlu bakıyor.
Ama bu ilkesel görüş yakınlığı herkesin “nasıl bir güvenli bölge” istediği veya planladığı konusunda da aynı görüşleri paylaştığı anlamına gelmiyor tabii. Çeşitli başkentlerde yapılan resmi açıklamalar, güvenli bölge konseptinin içeriği ve detayları konusunda ilgili ülkelerin farklı pozisyonlara sahip olduklarını gösteriyor.
Kuşkusuz, Türkiye’nin ısrarla üzerinde durduğu cinsten bir güvenli bölgenin kurulması, başlıca iki aktörün yani ABD ile Rusya’nın desteğine sahip çıkmasını gerektiriyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
ABD Başkanı Trump’ın dün Türkiye’ye karşı savurduğu tehdit, şu gerçeği ortaya koyuyor: Kendisini bilen herhangi bir lider, değil bir müttefikine, bir düşmanına karşı dahi böyle bir ifade kullanmaz.
Demek ki Trump’ın Türkiye’yi öven daha önce ki sözleri boş ve gayri samimiymiş.
Trump ve ekibi, Türkiye’nin bu tür lafların altında kalacak ve boyun eğecek bir ülke olmadığını hâlâ öğrenemedi mi?
Yakın tarihte Türkiye’ye karşı yapılan bu tür sorumsuz çıkışların nelere yol açtığı ortada. Bu bakımdan Washington, Ankara’nın bu tehdide karşı tepkisini iyice dikkate almak zorunda. Yoksa Trump, Türkiye’yi tamamen kaybetmeyi göze mi aldı?
Böyle bir şey yoksa, diline ve davranışlarına biraz daha dikkat etmesi gerek.
Neyse ki, dün akşamki Erdoğan-Trump telefon görüşmesi, en azından yeni bir krizi önlemiş oldu. Söz artık diplomasinin...
Ortadoğu’da bloklaşma
Türkiye’de dikkatlerin Suriye ile ilgili gelişmeler üzerine odaklandığı bir sırada, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 9 Arap ülkesini kapsayan 8 günlük Ortadoğu turu, son zamanlarda sıkça sözü edilen bir “bölgesel ittifak” konusunu gündeme oturttu.
Bugün bizim karışık ve gergin bölgemizden bir hayli uzaklara, nispeten sakin Latin Amerika’ya uzanacağız.
Brezilya ve Venezuela’daki son siyasi gelişmeler, dünyanın gözlerini o bölgeye çevirtti. Bu gelişmelerin ortaya koyduğu özellikler, herkesi ilgilendiren nitelikler taşıyor...
Brezilya’da seçimler sonucunda, seleflerinden çok farklı görüşlere sahip aşırı sağcı Jair Bolsonaro başkanlık koltuğuna oturdu. Yeni bir başkan, farklı bir rejim... Venezuela’da ise, son seçimleri kazanan Nicolas Maduro, ikinci kez 6 yıllık yeni bir dönem için dün törenle göreve başladı. Aynı solcu lider, aynı rejimin devamı...
Bu ikili olayın dikkat çekici özelliği, bunun Latin Amerika’daki yeni bir trendin işaretini vermesidir.
Sandık yoluyla...
Bu özelliklerden biri, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Güney Amerika’da da aşırı ideolojik ve politik rüzgârların esmesidir. İlginç olan nokta, bir zamanlar darbeler ve askeri rejimleriyle ünlenen bu bölgede şimdi aşırı sağcı ve solcu liderlerin seçim yoluyla iktidara gelmesidir. Diğer bir deyişle, otoriter rejimler sandıktan çıkıyor.
Diğer özelliklerden biri de, yoksulluktan yolsuzluğa kadar bu ülkelerdeki ekonomik ve sosyal sıkıntıların ve çözümsüzlüğün