Olası çatışma işaretleri bu kez denizlerden geliyor.
Bunlardan biri Basra Körfezi. Diğeri de Doğu Akdeniz.
İlginç bir rastlantı: Her iki bölgede eş zamanda tabiri caizse sular ısınıyor.
Birinci olayda ABD ile İran karşı karşıya geliyor. İran nükleer krizinin bir çatışmayla patlak verebileceği yer, Basra Körfezi.
ABD buraya bir uçak gemisiyle bir muhrip ayrıca Patriot füzeleri sevk etti.
İran buna sert bir karşılık veriyor ve stratejik Hürmüz Boğazı’nı kapayacağı tehditlerinde bulunuyor.
Washington’un ve Tahran’ın bu gerginlik ortamında kullandığı dil, sanki iki tarafın da bir savaşa hazırlandığı izlenimini veriyor.
Gerçekten Basra Körfezi’nin kızışan sularında, isteyerek veya kaza sonucu bir silahlı çatışma çıkar mı?
31 Mart seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı bir konuşmada, kampanya sırasındaki gerginliğin sona ereceğini belirterek, “Dönem artık kızgın demiri soğutma, kucaklaşma dönemidir” demişti. Böylece Türkiye seçimsiz 4,5 yıl içinde ekonomik ve güvenlik konularına odaklanabilecekti.
Ne yazık ki bu umut fazla sürmedi. İstanbul’daki belediye başkanlığı seçimlerinin sonucuna ilişkin tartışmalar ve Yüksek Seçim Kurulu’nun bu seçimlerin yenilenmesine ilişkin kararı, sözü edilen yeni döneme girilemediğini gösterdi. Öyle gözüküyor ki 31 Mart’tan sonra başlayan tartışmalar ve gerginlik 23 Haziran’a ve belki de ötesine sarkacak.
Gerçekte kampanya boyunca “demiri kızıştıran” konuşmalar yapıldı. Şimdi gelinen noktada, YSK’nın aldığı karardan sonraki uyuşmazlıklar arzu edilmeyen sonuçlara yol açıyor.
İşin hukuki yönü bir tarafa, bu kararın sonuçlarının Türk ekonomisinde ve dış politikasında da yansımaları olacağı görülüyor. Ekonomideki dalgalanmanın yanı sıra, yabancı yatırımcıların Türkiye’ye güveni konusunda soru işaretleri oluşuyor.
Dış ülkelerde, özellikle Avrupa’da Türk siyasetindeki bu gelişme eleştiriliyor, ülkenin imajı bozuluyor.
Bütün bu tepkileri dış odakların Türkiye’yi
Konu Ortadoğu’ya gelince, Türkiye ile ABD arasında bir “stratejik ortaklık’tan söz etmek artık pek mümkün değil. Hatta bölgesel meselelerde bir beraberlik ya da bir yakınlık dahi yok. Aksine, hangi meseleyi ele alırsanız, hepsinde görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar karşınıza çıkıyor. Bununla ilgili örnekler listesine son eklenen madde de, Trump yönetiminin ortaya attığı ve bu arada Türkiye’ye de satmaya çalıştığı “Yüzyılın Projesi” ile ilgili. Bir nevi “pax Americana” düzeni içinde Filistin sorununa çözüm sağlamayı ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bu proje konusunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ilk kez çok net ve kesin konuştu.
Geçen gün Türkiye İnovasyon Haftası töreninde konuşan Cumhurbaşkanı, bunun Ortadoğu’yu “parçalama projesi” olduğunu söyledi ve Türkiye’nin bunun gerçekleşmesine izin vermeyeceğini belirtti. Böylece Ankara, Washington’un kendi ekseninde ve güdümünde kırmayı planladığı yeni düzen konusunda da müttefiki ABD ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor.
Uyuşmazlık listesi
Son zamanlarda biriken uyuşmazlıklar listesindeki belli başlı sorunları hatırlatalım: Tabii bunun başında Suriye ile ilgili politikalar geliyor. Türkiye için PYD/YPG’nin saf dışı
Türkiye dâhil dünya haftalardan beri Sudan’da olup bitenleri dikkatle izliyor.
Bu özel ilginin nedeni, Arap coğrafyasının da bir parçası olan bu Afrika ülkesinde halkın Ömer el Beşir’in otoriter rejimine başkaldırması ve yaygın sokak hareketleriyle sonunda onu alaşağı etmesidir. Bu gelişme, Sudan’ın artık sivil ve demokratik bir rejime geçiş yapabileceği umudunu yaratmış bulunuyor. Ancak bu aşamada hâlâ etkin olan ordunun ve devlet kurumlarının buna izin verip vermeyeceği belli değil. Halk ise köklü rejim değişikliği gerçekleşinceye ve eski yönetim tamamen saf dışı edilinceye kadar direnişini sürdürmeye kararlı.
Dolayısıyla, Sudan’da “devrim”in ilk aşaması gerçekleşmiş ve El Beşir yönetimi devrilmiş olmakla beraber, ikinci raundun, yani sivilleşme ve demokratikleşme sürecinin ne ölçüde gerçekleşeceği belirsiz.
Bölgesel ve küresel aktörlerin Sudan’daki olayları yakından izlemesinde, bu yeni “Arap Baharı” deneyiminin başarılı olup olmayacağı merakının bir nebze etkisi var tabii. Ama açıkçası, bu özel ilginin nedeni dış dünyanın “demokratik değerler”e olan tutkusundan çok, kendi çıkarlarına olan düşkünlüğü olduğu bir gerçek...
Çıkar dünyası
Prensipte, Sudan’ın halk iradesinin
Yıllardan beri her 24 Nisan’da dünyanın birçok ülkesinde Ermeni diasporasının çabasıyla “Ermeni soykırımı” diye sunulan 1915 olaylarını anma törenleri düzenlenir. Özellikle Amerika ve Avrupa’daki belli başlı kentlerde Türkiye’yi hedef alan gösteriler düzenlenir, konuşmalar yapılır, medya kampanyaları yürütülür, o dönemin acı olaylarından Türklerin suçlu kabul edildiği birtakım kararlar çıkartılır...
Bu yıl da aynı senaryo tekrarlandı. Önceki gün benzer etkinlikler yapıldı, konuşmalarda ve yayınlarda aynı nakarat yaşandı.
Bu kez “ekstra”dan bir olay oldu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Macron’un bir kararnamesiyle, 24 Nisan, ülke çapında Ermeni soykırımını anma günü ilan edildi. Yani böylece ilk kez bir Avrupa devleti Ermeni soykırım iddiasını benimseyen bir tavrı resmen sergilemiş oldu.
Bu arada diğer bir Avrupa ülkesinde, İtalya’da da 24 Nisan arifesinde Millet Meclisi Ermeni soykırımını tanıyan bir karara imza attı.
24 Nisan günü bütün gözler Beyaz Saray’a çevriliydi. Acaba ABD Başkanı bu vesileyle yayımlanan mesajında “Ermeni soykırımı” terimini kullanacak mıydı, yoksa daha önceki yıllarda olduğu gibi “Büyük Felaket” anlamına gelen Ermenice “Meds Yeghern” sözcüğünü kullanmakla yetinecek
Biri Afrika kıtasının kuzeybatısında, diğeri ise kuzeydoğusunda, birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki iki Arap ülkesi: Cezayir ve Sudan...
İlginç bir rastlantı, son günlerde benzer sosyal ve siyasal gelişmeler Cezayir’i ve Sudan’ı hemen hemen eş zamanda dünya aktüalitesinde ön plana çıkardı.
İki ülkede de olaylar dizisi halkın sokaklara dökülmesi ve iktidarda yıllanmış olan liderlerin alaşağı edilmesi talebinde bulunmasıyla başladı.
Cezayir’de 20 yıldır yönetimin başında bulunan 80’lik ve hasta Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika beşinci kez yeni seçimlere girmeye hazırlanıyordu. Ağır ekonomik şartlardan, işsizlikten, pahalılıktan ve yolsuzluklardan şikâyetçi olan halk artık “yeter” deyip, değişim istiyordu.
Kısa zamanda sokaklara dökülen yüz binlerce kişi, Buteflika’nın otoriter rejimine karşı “halkın gücü”nü barışçı bir şekilde gösterdi. Ordu bu halk hareketine karşı çıkmadı ve askerin bu duruşu sonunda Buteflika’yı iktidarı bırakmaya zorladı.
Ama halk sivil bir yönetimin kurulması için sokak hareketini sürdürmeye kararlı. Şimdi geçici yönetim halkın bu isteğinin nasıl yerine getireceği üzerinde çalışıyor.
Diktatörün sonu
Sudan’da da halk haftalardan beri sokaklardaydı. Pr
Başlıktaki soruyu hemen yanıtlayalım: İsrail’deki erken seçimlerin sonucu fazla bir şey değiştirmedi...
Binyamin Netanyahu, beşinci kez iktidarda kalacak duruma geldi, onun başında bulunduğu sağcı Likud Partisi’nin yanı sıra, aşırı dinci ve milliyetçi ufak partiler daha geniş destek kazandı, buna karşılık solcular geriledi, Netanyahu’ya karşı esas rakip olarak çıkan Benny Gantz’ın merkez eğilimli Mavi-Beyaz Partisi ise umduğu “değişimi” gerçekleştiremedi. Sonuçta, İsrail Netanyahu’nun ve aşırı sağcı politikaların hâkim olduğu yeni bir döneme giriyor.
Aslında İsrail kuruluşundan beri koalisyon hükümetleriyle yönetilen bir ülke. Bunun başlıca nedeni, her bir oyun önem taşıdığı ve çok sayıdaki partinin oldukça düşük orandaki (yüzde 3.25) barajın bir “temsili sistem”e sahip olmasıdır. Bu, 120 sandalyeli mecliste irili ufaklı pek çok partinin yer almasına ve umulmadık ittifakların kırılmasına yol açıyor.
Pazar günkü seçimlerde Likud ile Mavi-Beyaz yaklaşık eşit bir güç göstermişti. Ancak Netanyahu aşırı sağcı partilerle bir “blok” kurabildiği için, tekrar iktidara gelmek şansını elde etmiş durumda.
Neden “Bibi”?
İsrail halkının kısaca “Bibi” adıyla andığı Netanyahu’nun bu başarısının
NATO’nun kurulu- şunun 70. yıl dönümü münasebetiyle son günlerde yapılan konuşmalarda ve yayımlanan yazılarda bol bol, ittifakın bu zaman zarfındaki performansı, başarıları, barışa katkıları üzerinde duruldu. Şimdi konu geldi NATO’nun geleceğine. Bu bağlamda bir dizi soru hararetle tartışılıyor: Değişen dünya şartları karşısında NATO ihtiyaçlara cevap verecek durumda mı? Bir hayli genişlemiş haliyle (üye sayısı 29) ve yüklendiği küresel rolleriyle, NATO, birliğini ve etkinliğini sürdürebilecek mi? NATO’nun 1949’da Washington’da imzalanan antlaşmayla neden ve nasıl vücut bulduğu herkesçe biliniyor. O zamanki Sovyet politikalarının agresif ve yayılmacı karakteri, ABD’ye Süper Devlet rolünde sahneye çıkmak ve Moskova’ya “dur” diyecek bir örgütün başına geçmek fırsatını vermiştir.
Kısa zamanda hızla gelişen NATO (Türkiye’nin girişi 1952’de) gerçekten Sovyet yayılmacılığını frenlemiş, Avrupa coğrafyasının önemli bir kesimini ortak tehdide karşı birleştirmiş ve koruyabilmiştir. NATO bilançosunun en başarılı yanı budur.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, Sovyet güdümündeki Varşova Paktı dağıldığı halde, NATO varlığını sürdürmüş ve bu kez Asya’dan Afrika’ya kadar küresel misyonlar