Ortaokul 2. sınıf öğrencisiydim. Yatılı okuyordum. Cumartesi günleri okulda düzenlenen İngilizce kurslarına katılıyordum. İngilizcenin çok önemli olduğu söyleniyordu. Bunu söyleyenlerin haklılık paylarını sonraki yıllarda çok daha iyi anladım. Kurs cumartesi günü olduğu için yatakhanede kalma zorunluluğum yoktu. Metal tabaktan yemek yemeye bir türlü alışamamıştım zaten. Cuma akşamları evi okuluma yakın olan halamda kalıyordum.
Halam ve kocası, Allah her ikisine de uzun ömürler versin, resim öğretmeniydi. Eniştemin öğretmenlik dışında idari görevleri de vardı. Ben de resim dersinde son derece başarısızdım. O yaşlarda önüme gelen her kitabı okuyordum. Mümkün olduğunca kütüphanede vakit geçiriyordum, dersleri dinlemiyor ve çoğunlukla roman okuyordum. O günlerde tanıştığım Dostoyevski’nin hayatımı değiştireceğini bilemezdim tabii. Rus edebiyatına olan tutkum nedeniyle üniversite eğitimimi yurt dışında alacağımı, Rusça öğreneceğimi, Çehov’dan, Dostoyevski’den eserler tercüme edeceğimi de...
Dönüp dönüp okudum
Gene bir cuma akşamı halamda kalırken evlerindeki kütüphaneyi karıştırıyordum. Hacimli bir kitabı elime aldım: “Sanatın Öyküsü”. Kapağında dört farklı sanat eseri vardı. Beni en çok etkileyen sağ üst tarafta bulunan heykeldi. Daha sonraları bu heykelin Bernini’nin meşhur “Azize Terasa’nın Vecdi” isimli eseri olduğunu öğrenecektim. O geceyi hiç unutamıyorum. Sanatla gerçek manada o gece tanıştığımı söyleyebilirim. O cuma gecesi geç saatlere kadar kitabı okudum. Sonraki haftalar hep o kitabı okudum. Hâlâ da dönem dönem E.H. Gombrich’in meşhur eserini okurum. (Yakın zamanda küçük boyutlu olanının da yayımlanmış olması hem her yerde okumayı mümkün kılıyor hem de fiyatı daha uygun olduğu için arzu edenlerin daha rahat satın alma imkanı var.) Sanat ve sanat tarihi dendiği zaman akla gelen ilk eser olması boşuna değil.
İlk pazartesi günü okulumuzun kütüphanesine gidip bu kitabı sorduğumda olmadığını öğrenmek beni hayli üzmüştü ama bunun yerine sanatla alakalı başka kitaplar okumaya devam ettim. Kütüphanecimiz Hanife Abla’nın tavsiyesiyle John Berger’in “Görme Biçimleri” isimli muhteşem kitabıyla da tam bu tarihlerde tanıştım. BBC için hazırlanan bir belgeselden kitaba dönüştürülen eser sayesinde 20. yüzyılda sanatı nasıl göreceğimi anlamıştım. Bir sanat eseriyle karşılaştığımda nasıl bakmam gerektiğini artık biliyordum. Birkaç yıl sonra okul kütüphanemize “Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi” alınınca ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.
Genelde ayrıksı kaldım
O yeni yetmelik dönemlerinden başlamak üzere sergileri imkan buldukça gezmeye çalıştım çünkü sanatı anladığımı düşündüğüm için zevk alıyordum. Klişe lakin son derece geçerli bir söz olan “İnsan tanımadığının düşmanıdır” vecizesinin ne derece haklı olduğunu sanatla alakalı konuşmalarda çok net bir şekilde anlıyorum. “Bunu ben de yaparım”, “Bunu beş yaşındaki çocuk da yapar” gibi küçümseme ve anlamamaktan kaynaklı düşmanlıkları görünce, duyunca üzülüyorum. Evet, bazen bunu ben de yaparım diyenler haklı olabilir ama önemli olan birisi yaptıktan sonra bunu gerçekleştirmek değil.
Bulunduğum “muhafazakar” çevrede, okuduğum Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde sanata olan bu ilgim sayesinde çoğunlukla ayrıksı kaldım, kalmaya da devam ediyorum. Eğer halamın evinde Gombrich’in “Sanatın Öyküsü”yle karşılaşmasaydım belki de gerçek bir sanatsever olmam çok daha sonraları olacaktı.
Özay Şendir
Öğretmenlik ve sosyal statü
24 Kasım 2024
Didem Özel Tümer
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan ABD’ye YPG mesajı: Sineye çekmeyeceğiz
24 Kasım 2024
Abbas Güçlü
Öğretmenler neden mutsuz?
24 Kasım 2024
Zeynep Aktaş
Her şey faizlere kilitlendi
24 Kasım 2024
Ali Eyüboğlu
Aşkın Nur Yengi: ‘‘Rekabet derdimiz yoktu’’
24 Kasım 2024