‘Nüfus Artış Hızımız Alarm Veriyor’ başlıklı önceki yazımda ülkemiz için önemli bir fırsat penceresi olan genç nüfusun artık giderek fırsat penceresi olmaktan çıktığına, nüfus artış hızımızın 2023 yılında tarihin en düşük seviyesinde (binde 1,1) gerçekleştiğine ve dolayısıyla nüfusumuzun giderek yaşlandığına dikkat çekmiştim. Dahası, bir ülkenin nüfusunu artırması veya koruması için, kadın başına ortalama 2.1 çocuk doğum oranına (yenileme oranı) ulaşması gerekirken bu oranın 2023 yılında ülkemizde 1,51’a düşmesinin nüfusumuzun önlem alınmadığında artık yenilenemeyeceği ve yaşlı nüfus oranının giderek artacağı uyarısında bulunmuştum.
Elbette sorun sadece ülkemizin sorunu değil. Hemen hemen gelişmiş ülkelerin tümü benzer sorunlardan mustarip. Örneğin son zamanlarda çoğu gelişmiş ülke, düşük nüfus artış hızı ve nüfusun yaşlanmasını toplumun işlevini sürdürememesine yol açmak üzere olduğu uyarısıyla ‘acil bir risk’ olarak değerlendirmekte ve
Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması (TIMSS), 1995 yılından beri dört yıllık periyotlarla uygulanmakta ve 4. ve 8. sınıf öğrencilerinin matematik ve fen başarılarını değerlendirmektedir. TIMSS, OECD tarafından gerçekleştirilen Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) ile birlikte dünyanın farklı ülkelerinin eğitim sistemlerinin çıktılarına dair önemli göstergeler sunan çalışmalar arasında kabul edilmektedir. Dolayısıyla TIMSS’in çıktıları, izlenen eğitim politikalarına dair karşılaştırılabilir ve tüm dünyada kabul gören bulgular olarak değerlendirilmektedir. Ülkemiz, TIMSS’in uzun dönemli ve istikrarlı katılımcıları arasında yer almaktadır. Nitekim Türkiye, TIMSS’e 1999 yılından itibaren (2003 yılı hariç olmak üzere) düzenli bir şekilde 8. sınıf düzeyinde katılım göstermiştir. 2011 yılından itibaren de 4. sınıf düzeyinde yer almaya başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye 2011 yılından itibaren TIMSS’e her iki sınıf düzeyinde düzenli olarak katılmaktadır.
Ülkemiz son TIMSS uygulamasına (TIMSS 2023)
Süper bilgisayarlar işlem gücü açısından sınırlarına ulaşırken kuantum bilgisayarlar bu sınırları ortadan kaldırmaktadır. Kuantum bilgisayarlar 0 ve 1 bitlerini kullanan klasik bilgisayarlardan farklı olarak kuantum mekaniğinin temel ilkelerine dayanan kuantum bitleri (kübit) kullanmaktadır. Kübitler birden fazla durumu temsil edebilmekte (süperpozisyon), verileri depolamada avantaj sağlamakta ve aynı anda birden fazla işlem yapabilmektedir.
Diğer taraftan, kübitlerin birbirlerine bağlantılı çalışmaları ve kübitlerin durumlarını diğer kübitlerle ilişkilendirme yeteneği (dolanıklık/ entanglement) kuantum bilgisayarların işlem kapasitelerini artırmaktadır. Dolayısıyla, klasik bilgisayarlar bir hesaplamanın her adımını sırayla yaparken kuantum bilgisayarlar bu işlemi aynı anda yapabilmektedir.
Örneğin, sekiz bit klasik bir bilgisayarda 0-255 arasındaki herhangi bir sayıyı temsil etmek için yeterli iken kuantum bilgisayarda sekiz kübit o aralıktaki tüm sayıları temsil edebilmekte, dahası dolanıklık özelliği nedeniyle birkaç yüz dolanık kübit evrendeki atomların sayısından daha fazla
İkinci Dünya Savaşı sonrası beşeri sermaye ve meritokrasiye yapılan aşırı vurgu, eğitimin tüm ülkelerde yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu yaygınlaşma eğitimde kitleselleşmeyi getirerek büyük kitlelerin eğitime erişebilmelerini kolaylaştırmıştır. Bu eğilim sadece temel ve ortaöğretimi kapsamamış, yükseköğretim de bundan nasibini almıştır. Ülkeler yükseköğretimi dar bir kesimin erişiminden çıkartarak geniş kitlelere açma politikasını uygulamaya koymuşlardır. Bir başka deyişle yükseköğretim artık elit bir eğitim olmaktan çıkartılarak kitlesel bir eğitime dönüştürülmüştür. Bu dönüşümle işgücü piyasasında yükseköğretim mezunu çalışan oranları artık ülkelerin ekonomik gelişmişliğinin bir göstergesi olarak kullanılmaya başlamıştır.
Çoğu gelişmiş ülkede ikinci Dünya savaşı sonrası başlayan bu süreç ülkemizde gecikmeli olarak 2000’li yıllar sonrasında başlatılmıştır. Bu yıllarda yükseköğretimde net okullaşma oranları %10’lar seviyesinde seyretmekte olup
Günümüzde makine öğrenmesi, derin öğrenme ve yapay zekâ teknolojileri dijital platformların vazgeçilmezleri oldu. Dijital platformlar bu teknolojiler sayesinde kişisel ihtiyaçları anlayabilen ve bu ihtiyaçlara özgü çözümler sunabilen bir yapıya kavuştular. Kişisel çözüm ve öneriler sunma kabiliyeti bu uygulamaları insanlar için daha vazgeçilmez bir konuma ulaştırdı. Teknoloji akıllandıkça ve sürekli öğrendikçe insan-makine ilişkisi farklı bir evreye taşınmakta, çevrim içi kalmayı bir tercihten zorunluluğa dönüşmektedir. Bu ilişkiyi bağımlılığa dönüştürmek için bilimsel bulgular ve nörokimyasal mekanizmalar da kullanılmaktadır.
Teknolojinin artan veri işleme kapasitesi ile kişisel çözüm ve öneriler sunacak hale gelmesi, bireye özel ilişki (içerik üretimi) geliştirdiği için etki alanını çok daha derinleştiriyor. Adaptif algoritmalar sayesinde her bir bireyin verileri değerlendirilerek bireyler sürekli spesifik içeriklere maruz
Toplumlarda eğitimden ekonomiye, sağlıktan gelir dağılımlarına kadar çok farklı alanlarda yaşanan eşitsizliklerin nasıl oluştuğu, altında yatan dinamiklerin neler olduğu sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu bağlamda, toplumsal eşitsizliklerin nasıl gerçekleştiğini anlamaya önemli katkı sağlayan yaklaşımların başında ünlü sosyolog Robert Merton (1968) tarafından Matta İncilindeki ‘Kimde varsa, ona daha çok verilecek ve o bolluk içinde olacaktır. Ancak kimde yoksa, kendisinde olan da elinden alınacaktır’ ayetinden yola çıkarak geliştirilmiş olan Matta etkisi gelmektedir.
Matta etkisi, başlangıç noktasındaki çok küçük farkların önlem alınmadığında zamanla nasıl büyüdüğünü, avantajın nasıl avantaja yol açtığını, biriktiğini ve nihayetinde eşitsizlikleri artırdığını açıklamaktadır. Yaşamın farklı alanlarında, başlangıçta var olan avantajlar zamanla daha fazla avantaja yol açmakta, dolayısıyla başlangıçta daha fazla ve daha aza sahip olanlar arasındaki farklar zamanla büyümektedir. Bu durum eşitsizliklerin
Yapay zekâ teknolojilerinin hızlı gelişimi tüm alanları doğrudan etkilemektedir. Yapay zekâ ile gelen dev dalga önceki teknolojik kırılmaların çok ötesinde her alanda kültürü köklü dönüşüme zorlarken riskleri de artırmaktadır. Bu nedenle yapay zekâya yönelik okuryazarlığın artması faydaları kadar risklerinin de farkındalığını artıracaktır.
Yapay zekâ teknolojisinin meydan okumasına maruz kalan alanlarının başında eğitim sistemleri gelmektedir. Eğitim sistemleri için meydan okuma iki-boyutludur. Birinci boyut bizzat eğitim sisteminde yapay zekâ teknolojileri nedeniyle meydana gelen dönüşümle ilgili iken ikinci boyut yapay zekâ teknolojilerinin işgücü piyasalarında mesleklerin beceri setlerinde yaptıkları hızlı dönüşüme cevap olarak mevcut meslekler veya yeni mesleklere yönelik beşeri sermayenin nasıl yetiştirileceği ile ilgilidir. Her iki meydan okuma da eğitim sistemlerini oldukça zorlamaktadır. Bu yazıda yapay zekâ teknolojilerinin sadece eğitim sisteminde birinci boyutla ilgili oluşturduğu etkileri üzerinde
Ülkelerin en önemli sermayesinin beşeri sermaye olduğu ve eğitimin de bu sermayenin niteliğini artırmada en önemli araç olduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ülkeler beşeri sermayelerinin niteliği üzerinden rekabet etmektedir. Bu bağlamda eğitimde fırsat eşitliği rekabetin ana gündemini oluşturmaktadır. Fırsat eşitliği iki boyutlu olup birinci boyutu erişimle, yani eğitim çağ nüfusunun eğitimin her kademesine ne kadar erişebildiği ile ilgilidir. İkinci boyutu ise erişilen eğitimin kalitesi ile ilişkilidir. Bir başka deyişle erişilen eğitimin kalitesindeki farkların boyutu eğitimde fırsat eşitliğini doğrudan etkilemektedir.
Ülkemizde eğitimde fırsat eşitliğinin birinci boyutu, yani erişimle ilgili sorunlar büyük oranda son 20 yıldaki devasa yatırımlarla çözülmüştür. Örneğin, 2000’li yıllarda lise çağ nüfusunun nerdeyse yarısı ortaöğretime eriş(e) mezken günümüzde bu oran %99’ların üzerine çıkmıştır. Benzer şekilde yükseköğretimde net okullaşma oranı bu dönemde %10’lardan %45’lerin üzerine