"Mutlu aşk yoktur” Fransız şair Louis Aragon’a ait bir mısra.
Paris yakınlarında ev haline getirdikleri bir değirmende çok sevdiği Elsa’yla beraber yaşadı Aragon.
Elsa, âşık olduğu Rus şairi elinden ablasının aldığı yaralı bir kadındı, Moskova’da tanıştığı Fransız bir subayla evlenip, Paris’e yerleşmişti.
Aragon ve Elsa tanıştılar, âşık oldular, 42 yıl beraber yaşadılar.
Ev haline getirdikleri o değirmende Nâzım Hikmet gibi, Pablo Neruda gibi çok sayıda büyük şairi ağırladılar.
Peki, bu hikâyeye rağmen neden “Mutlu aşk yoktur” mısrasını yazmıştı Aragon?
Fransız şair bu soruya şiiri yazdıktan çok uzun yıllar sonra cevap verdi:
“”Bu şiiri yazdığım 1943 yılında, Paris, Nazi işgali altındaydı. Toplumsal mutsuzluğun olduğu bir yerde, bireysel mutluluk olamaz diye düşündüm ve bu mısrayı yazdım.”
Bu görüşü kabul edersek, Türkiye’de tek bir “mutlu aşk” yok demektir.
“Sen, Türkiye’de toplumsal mutsuzluk mu var demek istiyorsun?” diye soracaklara söyleyeyim, tam da öyle diyorum.
Kılcal damarlarına kadar ikiye bölünmüş, futboldan siyasete kadar taraftar olmak, öteki taraftan nefret etmek olarak algılanan bir yerde toplumsal mutluluktan söz edilebilir mi?
İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasının ardından yaşanan tartışmalara bakın; fikir yok. Kibarca özetlenecek hali “hayat kadını” ve “geri kafalı” olan cümlelerle yine yalın kılıç daldı iki taraf da birbirine.
İnsan dediğin, bilgiye ve o bilgiden üretilmiş fikre sahip olmadan reflekse, başkalarının ürettiği sloganlarla davranmaz normalde.
İslamiyet’in ilk emri “Oku”yu bile unutmuş bir çoğunlukta, bir fikri değil, “Ben seni silerim”, “Asıl ben seni sileceğim” diyenler arasında sıkışıp da “mutlu aşk” vardır demenin imkânı yok.
Finlandiya’da mutlu aşk var
İlk asfalt otoyola 1963 yılında kavuştu Finlandiya.
Türkiye’nin 1948’de Marshall yardımıyla başlayan ve Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında katlanan otoyol yatırımları vardı.
Eğitim durumumuz pek farklı değildi aslında, Finlandiya’da 1960’ların sonuna gelindiğinde üniversite diploması nüfusun yüzde 7’si civarındaydı.
Türkiye’den 1959 yılına ait bir istatistik buldum; 6 üniversitede toplam 38 bin civarı öğrenci kayıtlıymış.
O Finlandiya bugün dünyanın en zengin ülkesi değil hatta kişi başına gelir durumunda ilk 10’da da değil ama son 4 yıldır dünyanın en mutlu ülkesi durumundalar.
Bu durumu, sadece, son derece eşit dağıtılan devletin sosyal yardımlarıyla açıklamaya çalışmak büyük hata olur.
Finlandiya’nın 1970’lerde başlayan bir eğitim sistemi atağı var, bizde eğitim denilince öğrenim ve sınavlar akla geliyor.
Hayır, birbirlerine güvenmeyi öğretmiş sistem Finlandiya vatandaşlarına, dünyada birbirine en çok güvenen halk onlar.
İnsanlar birbirine güvenince, yüzde 51.5 oranındaki gelir vergisi bile sorun olmuyor zira herkes gelirin eşit dağıtıldığına inanıyor. Biz de “Babana bile güvenme” diye çocuk büyütüp, “Sakın kardeşinle ticaret yapma” diye öğütler verip, öyle yetiştiriyoruz çocuklarımızı.
Finlandiya dünyanın en mutlu ülkesi, biz 149 ülke arasında 104. sıraya geriledik...
Demokrasi ne değildir ve Bülent Arınç
Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde Bülent Arınç, TRT’de klasik sanat dallarına ait yayınların azaltılmasına dair bir soru önergesine oldukça ilginç bir cevap vermişti.
“Araştırmaya göre, nüfusun yüzde 96.2’si caz müzik, yüzde 92.3’ü klasik müzik, yüzde 88.2’si de yabancı rock müzik dinlemiyor” deyip, dinleyici eğilimleri ve kurumsal ihtiyaçlar gereği yayınları azalttıklarını söylemişti.
Kamu yayıncılığı konusunda hiçbir fikri olmayan bir duruş bu.
Kâr etmek için kurulan yayın kuruluşları “müşteriye” göre yayın yaparlar, kamu yayıncılığı anlayışı herkesi kapsamalıdır.
Türkiye’de atletizm seyircisi de yok denecek kadar azdır ama TRT yaz ve kış tüm olimpiyat oyunlarını ekrana getirir.
Sadece çoğunluğa göre yayıncılık yaparsanız, 24 saat futbol yayını yapmak zorunda kalırsınız.
Bugün TRT 2, liberal ya da sosyal demokratların koalisyon ortağı oldukları dönemlerden bile daha kaliteli bir yayıncılık anlayışına ve kapsayıcılığa sahip.
“Demokrasi” de tıpkı kamu yayıncılığı gibi kapsama alanı arttıkça büyür ve gelişir.
“Çoğunluk” istemiyor diye azınlığın her söylediğine kulak tıkanmaz.
Yoksul kadınların devletten başka kapısı yok
Kadına şiddet söz konusu olduğunda, ne gelir seviyesi ne de eğitim bir fark yaratmıyor.
Ancak şiddete uğrayan bir kadın açısından gelir seviyesi çok fark ediyor.
Ekonomik olarak ayakları üzerinde durabilen kadın, gidecek yer, yiyecek yemek buluyor, haklarını biliyor, avukat tutuyor ve bu sayede şiddete karşı çaresiz kalmıyor.
Çalışmayan, haklarını bilmeyen, baba evine geri dönse belki töre gereği içeri alınmayacak kadının devletten başka sığınabileceği bir kapı yok.
Tüm kadını şiddete karşı korumak şart ama şiddet yaşandıktan sonra örneğin Beşiktaş’taki kadın örneğin Bağcılar’daki kadından daha kolay çıkış yolu bulabiliyor.
Bu gerçeği kimsenin unutmaması lazım...