Jose Saramago’nun “The Double” adlı romanının uyarlaması “Düşman”, izleyiciyi dikkatle çözmeye çalışması gereken bir bilmeceye davet ediyor
Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün bilinçaltının ustaları David Cronenberg ve David Lynch filmlerine selam gönderen “Düşman / Enemy” filmi karanlık, stilin öne çıktığı, sürekli dikkat talep eden
ve filmi çözmeyi seven izleyicileri bir hayli oyalayacak bir yapım.
Tarih öğretmeni Adam’ın ders verdiği, şarap içtiği ve sevgilisiyle geçirdiği monoton bir hayatı vardır. İzlediği bir filmdeki bir figüranı kendisine benzetir ve onu bulur, adı Anthony’dir. Anthony’nin evini aradığında, sadece fiziksel olarak Adam’ın aynısı olmadığını, seslerinin de aynı olduğunu fark eder.
Arada ortaya çıkan örümcekler, anne karakterinin bir yere oturmayan yorumları ve aynı aktör tarafından canlandırılan ve vücut dilleri farklı iki karakterle ilerleyen film, psikolojik gerilim türünün ilginç bir örneği. Villeneuve’ün etrafa serpiştirdiği ipuçları izleyiciye üzerinde konuşacak ve mantık çerçevesinde bir yere oturacak malzeme sağlıyor. Filmin anlaşılmasında rehberlik etmesi için yönetmenin filmin bir adamın bilinçaltıyla ilgili olduğu yönündeki yorumlarını
Dört dalda Oscar adayı “Umudun Peşinde”, hem metni hem yönetmenliği hem de oyunculuklarıyla sezonun en başarılı filmlerinden biri
En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Judi Dench), En İyi Uyarlama Senaryo
ve En İyi Müzik dallarında Oscar adayı olan “Umudun Peşinde / Philomena”, üç doğru ismin bir araya geldiği, dört dörtlük işleyen, sezonun en iyi filmlerinden biri. “High Fidelity”nin de aralarında olduğu harika bir filmografiye sahip İngiliz yönetmen Stephen Frears, hem başrolde yer alan hem de senaryoda imzası olan aktör Steve Coogan ve büyük oyuncu Judi Dench, “Umudun Peşinde”nin en güçlü kozları.
Dram dozu kıvamında
Film, gazeteci Martin Sixsmith’in kitabına dayanıyor. Evlilik dışı bir ilişkiden hamile kaldığı için hem ailesinin dışladığı hem de sığındığı Katolik kilisesinin hırpaladığı Philomena, 50 yıl önce kilise tarafından evlatlık verilen oğlunu bulmak ister. Ciddi bir gazeteciyken kariyeri bir skandalla altüst olan ve burun kıvırarak bu “insan hikayesi”ni araştırmayı kabul eden Martin ona eşlik eder.
Öncelikle filmin merkeze aldığı hikayenin etkileyiciliği, akışındaki şaşırtıcı ve dramatik olaylar akıllıca bir senaryoyla işleniyor. Frears’ın yönetmen olarak
Luc Besson’un senaryosunu yazdığı ve yapımcılığını üstlendiği “Son Üç Gün”, tipik Besson öğeleri içeren bir aksiyon filmi
Luc Besson’un elinden çıktığını filmle ilgili bir şey okumasanız bile çıkarabileceğiniz bir senaryoya sahip “Son Üç Gün / 3 Days To Kill”. “Leon”dakine benzer bir ergen kızın öldürme makinesi adamla ilişkisi, “Nikita”dakine benzer ajan Vivi, “Taxi” serisindekilere benzeyen espriler. Bu kez yönetmen koltuğunda “Terminatör Kurtuluş” ve “Charlie’nin Melekleri” filmlerinin yönetmeni McG oturuyor, başrolde ise Kevin Costner var.
Costner’ın canlandırdığı emektar CIA ajanı Ethan, kanser olduğunu ve birkaç
ay ömrü kaldığını öğrenince eski karısı ve uzun süredir görmediği kızıyla bağ kurmaya Paris’e gidiyor. Ethan, ergenlik çağındaki kızını tanımayan bir babanın sinema tarafından belirlenmiş klişelerine başvuruyor. Mesela dans etmeyi öğretmek, onu erkeklerden şiddete başvurarak korumak gibi. Derken bir iş teklifi alıyor. İddialı bir giyime sahip üst düzey CIA ajanı Vivi, tehlikeli bir adama ulaşması karşılığında ona ömrünü uzatabilecek bir tedavi ve dolgun bir maaş öneriyor. Ethan teklifi kabul edince, o noktaya kadar turistik güzelliklerini izlediğimiz Paris
“İnanılmaz Örümcek Adam”la Andrew Garfield’ın başrolü, Marc Webb’in ise yönetmenliği üstlenmesiyle taze bir başlangıç yapan “Örümcek Adam” serisi, ikinci filminde ilkinin çizgisini sürdürüyor
Sam Raimi’nin yönettiği Tobey Maguire’ın Örümcek Adam’ı canlandırdığı üçlemenin
2007 yapımı filmle son bulmasının ardından Stan Lee’nin ünlü çizgi kahramanı yeni bir ekibe emanet edildi: “(500) Days of Summer”la romantik komedi türüne
taze bir soluk getiren Marc Webb ve Örümcek Adam rolü için yükselişteki genç aktör Andrew Garfield’a...
2012 yapımı “İnanılmaz Örümcek Adam”, Garfiel ve Gwen’i canlandıran Emma Stone arasındaki kimyaya, romantizme yer açmasının yanı sıra efektler ve hikaye örgüsüyle de sürükleyici olabildi. Şimdi karşımıza çıkan “İnanılmaz Örümcek Adam 2 / The Amazing Spider-Man 2” de yoluna aynı kadroyla devam ediyor. Bu kez Peter Parker, onu terk eden bilim insanı babasıyla ilgili yeni bilgiler keşfediyor. Çocukluk arkadaşı Harry Osborn, Yeşil Goblin olma yolunda ilerken, Jamie Foxx’un canlandırdığı Max Dillon, asosyal mühendisten bir Örümcek
Adam kötüsüne dönüşüyor. Ama filmin kalbinde bir kez daha Peter Parker ve Gwen Stacy arasındaki aşk hikayesi var.
Orta yaşlı bir adamın, kitapçı arkadaşından gelen teklifle jigololuğa başlamasını konu alan filmde John Turturro hem başrolde hem yönetmen koltuğunda
Amerikan sinemasının bağımsız yönetmenlerinin gözde aktörlerinden John Turturro, birkaç yılda bir yönetmenliğe zaman ayırıyor. “Kiralık Aşık / Fading Jigolo” Turturro’nun yazıp yönetip, başrolünü de üstlendiği filmlerden biri.
Günümüz New York’unda geçen hikayede, Woody Allen’ın canlandırdığı Murray, çiçekçide çalışan arkadaşı Fioravante’ye bir teklifte bulunuyor: Jigololuğa başlamasını... Sharon Stone ve Sofia Vergara’nın canlandırdığı zengin kadınlar, Murray tarafından söylenen “Senin aran kadınlarla hep çok iyiydi” cümlesi dışında cazibesi açıklanmayan Fioravante’nin hizmetlerinden çok memnunlar. Ama Fioravante’nin muhabbet tellallığını üstlenen Murray’nin masaj yapması için getirdiği Avigal adlı inançlı bir kadın Fioravante’ye masum aşkı hatırlatıyor. Avigal’a âşık ahlak polisi Dovi de onların peşine düşüyor.
Woody Allen’ın göründüğü her sahneyi bir Woody Allen filmine çevirdiği “Kiralık Aşık” kalan bölümlerinde ise bir orta yaşlı erkek fantezisi gibi gözüküyor: Güzel ve zengin kadınların dayanılmaz bulduğu sıradan bir
Wes Anderson’ın yönettiği “Büyük Budapeşte Oteli”, yönetmenin takdiri hak eden üslubunu başarıyla uyguladığı bir yapım
Wes Anderson “Moonrise Kingdom” ve “Royal Tenenbaums”un da aralarında olduğu filmlerinde kurduğu benzersiz dünyalarla Amerikan sinemasının en çok takdir edilen ve bu takdiri sonuna kadar hak eden isimlerinden. “Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel” ise yönetmenin Stefan Zweig üzerinden 1930’ların Avrupa’sına baktığı bir işi.
Kadrosu çok geniş
Filmin ana karakteri hayali bir Avrupa ülkesindeki görkemli otel Budapeşte’nin görevlisi Gustave H. otelin misafirlerinden ve Gustave’ın hayranlarından zengin bir kadının ölmesi ve ardından çıkan miras kavgası, Gustave ile lobide çalışmaya başlayan genç Zero’yu maceralara sürüklüyor.
“Hollywood Wes Anderson’ın filminin çekimi nedeniyle tatilde” denebilecek genişlikte bir kadroya sahip filmde başrol,
ilk kez Wes Anderson’ın geniş bir aileyi andıran oyuncu kadrosuna katılan ve Gustave’ı büyük bir zarafetle canlandıran Ralph Fiennes’a ait. Film kayıp bir döneme nostaljik bir bakışla bakıyor. 1930’lar Avrupa’sında yükselen karanlığı kendi üslubu içinde hissettiren Anderson’ın nostaljiyle baktığı ise
Bağımsız sinemaya yakın bir çizgisi olan Darren Aronofsky, 130 milyon dolarlık stüdyo filmi “Nuh: Büyük Tufan”da imzasını hissettirmeyi başarıyor
En son “Siyah Kuğu / Black Swan”ı (2010) çeken Darren Aronofsky, 130 milyon dolar bütçeli “Nuh: Büyük Tufan / Noah”la kariyerinin bütçe olarak en iddialı işine imza atıyor ve bir stüdyo filmiyle karşımıza çıkıyor. Sonuç İncil’deki Nuh bölümünü günümüzün çevre sorunlarıyla bağlayan, bu bildik hikayeye kişisel dokunuşlar getirebilen, ilgi çekici yönlerin kusurlarından fazla olduğu bir yapım.
Nuh, cezalandırılacak insanların yok olacağı tufandan hayvanları koruyacak bir gemi inşa etmeye başlar. İnsanlar kurtulmak isteyen Tubal-cain önderliğinde gemiye hücum ederken, yaradanın insanların soyunun tükenmesi buyruğunu yerine getirmekte kararlı olan Nuh’a karısı Naameh ve oğulları muhalefet eder.
İlgiyi ayakta tutuyor
Filmde ikili fikirler karşımıza çıkıyor. Masumiyet ve günah, ceza ve merhamet, iyilik ve kötülük ikililerini işleyen Aronofsky, bunların arasındaki sınırların pek de belli olmadığını sık sık vurguluyor. Dini bir film çekmek yerine insanlığın trajedisine odaklanan Aronofsky’nin finalde dünyayı mahveden ve affedilen
“Yves Saint Laurent” adlı film, bu yıl izleyeceğimiz, ünlü Fransız modacıya odaklanan yapımların ilki
Modanın gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden Yves Saint Laurent, bu yıl sinemada birkaç yıl önceki Coco Chanel filmlerine benzer bir ilgiyle ele alınıyor. Bu hafta gösterime girecek “Yves Saint Laurent”ın ardından sonbahar aylarında modacıya odaklanan “Saint Laurent” karşımıza çıkacak.
Laurence Benaim’in kitabından yola çıkan ilk uyarlama, modacının hayatını 1957’den 1976’ya kadar takip ediyor. Anlatıcımız modacının sevgilisi ve iş ortağı Pierre Berge. 21 yaşında Dior’da çalışmaya başlayarak çok gençken büyük bir başarı elde eden Yves Saint Laurent, Cezayir Savaşı sırasında askere çağrılınca ruhi dengesi bozulur ve manik depresif teşhisiyle psikiyatri tedavisi görmeye başlar. Bu sırada Dior firması işine son verince sonradan efsane koleksiyonlar çıkaracak ve modaya yön verecek Yves Saint Laurent markasını kurar.
Hoş ama boş bir yapım
Film, görkemli ve modacıya uygun olarak şık görünüyor. Ancak odak sorunu filmi izlemesi hoş ama boş bir film haline getiriyor. Aktörlük kökenli yönetmen Jalil Lespert’nin en kuvvetli yönü fiziksel olarak modacıya çok benzeyen başrol