Türkiye, Avrupa Birliği ilişkilerinin iniş çıkışlarla dolu, karmaşık bir geçmişi var. Anayasa değişikliği referandumu sonrası ilişkiler yine gerilimli bir döneme girdi. Bir defa daha, “kontrollü gerilim” sürecinden geçiyoruz. Çünkü iç içe girmiş ilişkiler, çıkarlar iki tarafın da birbirinden tamamen vazgeçmesine izin vermiyor.
Dönemsel gerilimi üç nedene bağlayabiliriz. Birincisi, Avrupa’da artan İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve buna bağlı yükselen milliyetçilik. Çok sayıda üye ülkenin seçim sürecine girdiği bir döneme söz konusu bu fikirler iç politikada işe yarıyor.
İkincisi, Rusya’ya sesini çıkartamayan, İngiltere’nin ayrılmasıyla bütünlüğünü ve kimliğini koruma derdine düşen AB için, kolay hedeflerden biri Türkiye gibi görünüyor. AB kendi kimlik ve birliğini pekiştirmek için Türkiye’yi “ötekileştirmekle” kalmayıp kriminalize edecek hamleler yapıyor. Bu nedenle de gerilimi artırıp, eleştirileri yoğunlaştırıyor. Son olarak Erdoğan’ın AB’yi yeterince ciddiye almaması ve bağımsız hareket etmesinden söz edebiliriz.
AB Türkiye’nin tutumunu hazzetmemesine, sert eleştiriler yöneltmesine rağmen bağları tamamen kopartmak da istemiyor. Çünkü bir ikilemle karşı karşıya. Türkiye’siz mesafe alamayacağını bildiği iki önemli konu var.
“Terörizm” tehdidi listenin başında geliyor. Terör saldırılarının yol açtığı korku ve panik eşiğinin çok düşük olduğu AB ülkelerinde politikacılar büyük bir baskı altında. Nitekim Fransa, Belçika, Almanya ve İsveç’te yaşanan terör saldırıları tüm AB üyesi ülkeleri endişelendirmeye yetiyor.
Suriye ve Irak’ta devam eden DAEŞ operasyonları, Libya’daki belirsizlikler, AB’de yaşayan milyonlarca Müslüman’ın bazılarının kolaylıkla radikalize olabileceği korkusu endişeleri daha da derinleştiriyor.
Çözüm bekleyen diğer konu ise sığınmacıların durumudur. Somut bir çözüm üretilemeyen bu konu, yaz mevsimiyle birlikte yeniden gündeme gelecektir. Konunun insani boyutu bir yana, sığınmacıların arasına karışarak AB ülkelerine teröristlerin gelebileceği fikri bile çoğu başkentte ürkütücü gelmektedir.
AB’nin terörle mücadele stratejisi ve mülteci politikaları dikkate alındığında, Türkiye’nin hayati bir rol ve konuma sahip da olduğu görülür. Gerek terörizmin önlenmesi, gerek teröristlerin takibi konularında Türkiye’nin işbirliği stratejik öneme sahip. Türkiye’nin işbirliğine yanaşmaması, yeterince ilgi göstermemesi AB güvenliğinde büyük bir kara deliğin açılması demektir. Benzer analizleri sığınmacı konularında da yapmak mümkündür.
Türkiye’nin bu kadar önemli bir pozisyonda olması, tam da İslam karşıtlığının arttığı, milliyetçilik ve yabancı düşmanlının yükselişe geçtiği bir dönemde kolay kolay hazmedilebilecek bir durum gibi görünmüyor.
Bu noktada ilk akla gelen, Türkiye’nin “gücünü/direncini” kıracak, etkisini azaltacak onu kriminalize edecek bir iklim yaratmak. Türkiye’yi edilgen hale getirerek maliyeti düşürmek, yapılacak işlerin başında geliyor. Bu noktada AB, stratejisini “algı” yaratma üzerine kurmuş durumda. Ellerinde ise dört “stratejik kart” var.
Birincisi, “Kürt sorunu” olarak ambalajlanmış PKK kartı. Sadece Türkiye’de değil, AB üyesi ülkelerde ve Suriye’de bu kartın etkisini artıracak hamleler dikkat çekici. İkincisi, FETÖ kartı. FETÖ elemanlarının dışarı taşıdıkları nefret, “bilgi ve belgeler”. Üçüncüsü, Alevi meselesini kaşıyarak toplumu germek, enerjisini içeride tutmak. Son olarak, AGİT benzeri kuruluşların yardımı ile “propaganda” savaşını sürdürerek “her şeyin/değerin” meşruiyetini erozyona uğratmak. AB için resim bu kadar net ise Türkiye için yapılması gerekenler de açık demektir.