Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


       Kültür Bakanlığı, 1999 Yılı Büyük Ödülü'nü işadamı Sakıp Sabancı'ya verdi. Bakanlık bu ödülü şimdiye kadar sanat üretimine doğrudan katkıda bulunanlara, yani sanatçılara verirken, bu yıl neden Sakıp Ağa'ya vermeyi uygun gördü?.. Siz bunun nedenini düşünedurun, "Düşünür gazeteci" Fahrettin Fidan düşündü ve buldu bile...
       Nideng mi Sabancı'ya virildi? Buyrung...
       Biiirrr; Gözel... Gözel... Gözel... Türkçe'ye... Türkçe'ye...Türkçe'ye gatgılarındang ötürü... ötürü... ötürü...
       İkkiii; Kimi iressamların dablalarını... pordong, tablolarını çoookkk... çoookkk... çoookkk paralar ödeyerek satın alıp onnarı maneng... maneng... maneng... ve de maddeteng... maddeteng... maddeteng disteklemesindeng ötürü...ötürü...ötürüü...
       Üüüççç; Birinci sınıf tarım arazilerini gapatıp bu arazilerin üzerinde tablo misali ağır sanayi desisleri gurmasındang ötürü... ötürü... ötürü...
       D""öttt.. Pardong, d""örtttt; Halgtan yana işadamı taklidini en eyi yapan... yapan... yapan gişi olduğundan ötürü... ötürü... ötürü...
       Beeeşşş; Ekrana her çıktığında, gerek mimikleri gerekse konuşmalarıyla milleti kırıp geçiren komedyenlik yeteneğinden ötürü... ötürü... ötürü...
       Altııı; Kültür Bakanlığı, kültürün ne olduğundan bihaber bir kadronun elingde galdığından... galdığından... galdığından ötürü... ötürü... ötürü...
       Yeddiii; Müzelerde kaybolması muhtemel tarihi eşyayı kendi köşklerinde güvenceye almasından ötürü, ötürü, ötürü...
       Sekgiiizzz; Empresyonist ressamların pastel renkleri kullanmada, tonlamada ve de fonlamada, resepsiyonist ressamlardan farkını anlatan kapsamlı doktora çalışmasındang ötürü... ötürü... ötürü...
       Dokkuuuzzz; Darbeci ressamların fırça darbelerine milyarlar sayabilmesindeng ötürü... ötürü... ötürü...
       Ong; Dütdürü... Dütdürü... Dütdürü...

Akıllı adam...

       Adamın biri yeni doğan çocuğunun adını Mafya koymuş.. Böylece hem kendisi "Mafya babası" olmuş.. Hem çocuğun devlet karşısındaki yerini sağlamlaştırmış... Dostlarına:
     Â- OÄŸlum öğrencilik yaÅŸamında diÄŸer öğrenciler gibi dayak yemez, askerlik yapmaz, çalışmadan para kazanır, devlet görevlilerinden saygı görür, yeÅŸil veya kırmızı pasaport sahibi olur, Mercedeslerde dolaşır, benim gibi sürünmez, diyormuÅŸ... Akıllı adam...

Gavura nezaket...

       Giderek alaturkalaştığımız bir dönemde birden AB'ye aday olduk... Şimdi tornistan edip kendimizi Avrupalılaşmaya zorluyoruz... 1839 Tanzimat Fermanı sonrasında da benzer bir toparlanma (!) içindeymişiz... Ali Sirmen dostumuz o dönemle ilgili güzel bir fıkra anlatıyor Cumhuriyet'teki sütununda...
       Bir gün sokakta bir müslüman, gayrimüslim bir vatandaşa "gavur" demiş...
       Adam hemen karakola gidip şikayet etmiş...
       Zaptiye de şikayet edeni kenara çekip bir güzel paylamış:
     Â- Ulan sen artık gavura gavur demenin yasak olduÄŸunu bilmiyor musun?

Ramazan hikayesi

     ÂHüseyin Rahmi Gürpınar ilk orucunu 9 yaşında tutmuÅŸ... Hacı ninesinin "orucu bozmadan sürdürebilirse 1 mecidiyeyi hak edeceÄŸi" vaadi üzerine... Çil mecidiyenin hatırına güç bela sahura kalkmış; iftara kadar aÄŸzına lokma koymamaya söz vermiÅŸ... Daha sonra olanları, 1920 yılı 1 Haziranında Ä°kdam gazetesinde yayımlanan hikayeden aktaralım:
       ...Sabah oldu. Büyükler oruçlarının yarısını uykuya tutturmak için hep yatıyorlardı. Ben bermutat erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim, çıktım. (..) Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğleye doğru sabrım tükendi. (..) Aç kedi gibi önünde dolaştığım ne güzel kokular geliyordu. (..) Dolabı açtım, kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller, sucuklar, sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kaselerde hoşaflar vardı. (..) Allaha verdiğim sözü düşündüm. Nal gibi mecidiyeyi gözlerimin önüne getirdim. Hayır... Hayır, midemin ıstırabı herşeye galip geliyordu... Halecanlar içinde elimi sahana uzattım. Arkamdan menhus bir ses:
       - Hu, küçük bey, ne yapıyorsun orada ayol? Bugün sen oruçlu değil misin?
       Döndüm baktım. Ah, sesi kısılasıca fellah... Nezahat arkamda simsiyah, upuzun duruyor. Arap'la zıtlaşacak dakika değildi:
       - Dadıcığım, ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme...
     Â- A, olur mu hiç? Günah deÄŸil mi?
       - Akşam hacı ninemden bir mecidiye alacağım.
     Â- Yarısını bana verirsen söylemem.
       Parayı bölüşeceğimi Arap'a vadettim. O akşam orucumun şerefine iftarda çerkez tavuğu, kaymaklı güllaç vardı. (..) Sofraya dizildik. Hacı ninem bütün şefkatiyle yüzüme baktı, baktı:
     Â- Bu oÄŸlanın benzi limon gibi sararmış. Yavrucak hiç de ÅŸikayet etmedi, dedi.
       Gözlerim karşımda ayakta duran Nezahat'a kaydı. Arap iri dudaklarını yutacak gibi ağzının içine alarak boynunu yana yatırdı. Kahkahalarını birer birer içine sindiriyordu.
       Top gürledi. Hacı ninem zemzem fincanını evvela benim dudaklarıma uzattı. (..) Üç gün sonra hacı nineme on kuruşa bir oruç daha sattım. (..) Birincisi gibi ikincisinin bedelini de Nezahat ile paylaştık. Çünkü artık sahtekarlık sırdaşlığı ikimizi birbirimize bağlamıştı. Masumane bu küçük vak'anın içinde emniyeti suistimal ile bir raşi (rüşvet veren) bir de mürteşi (rüşvet alan) vardı. Bozuk oruç satmak ne tatlı bir günah işlemekti. Ah, bu hayatın ifsadı (fesadı) insanı ne küçük yaşta kavrıyor...



Yazara E-Posta: m.asik@milliyet.com.tr